29 Ağustos, 2010

özlem pansiyon yeniden suriye'de

Ben iş hayatının acılarından acılarına koşturuyor olabilirim; ama Özlem-Pansiyon ruhu hala yollarda!



Sevgili Tuğba ve Şeyda,
Beni de kendinize yol arkadaşı yaptığınız için çok teşekkür ederim.
Fiziksel olarak da yanınızda olmayı; Fairouz şarkılarıyla uyanmayı, Bashar'ın kahvesinden içmeyi, Suriyelilerin iftar yemeğine ortak olmayı... bilseniz ne çok isterdim!!


Suriye maceramızda neler oluyor merak ediyorsanız; Raydan Çıkmak Lazım ve Bitlenmeden Gel
bloglarını okuyun!

10 Ağustos, 2010

'bitlenmeden gel'

Genç Gezginler birer birer başladılar maceralarına! Yazanların anılarına, Pansiyon'un sağ alt köşesinde yer alan Genç Gezginler Yollarda bölümünden ulaşabilirsiniz.
Emre, yurdumun sahil kasabalarında sanatla dolu alternatif bir yaşamı zorluyor aylardır. Mustafa Özd., Fa sponsorluğunda Avrupa gençliği ile birlikte dünya kupasını izledi, döndü. Esra ve Gaye, uluslararası çalışma kampında tanıştıkları arkadaşları ile interrail yaptılar; birkaç güne güzel haberlerini alırız sanıyorum. Selen, Hindistan'a doğru adım adım ilerliyor. Murtaza muhtemel Balkanlar'da interrail yaptı. Yiğit yaz tatilini Sırbistan'da geçiriyor. Ümit, Uzak Doğu'da hayatın anlamını arıyor. Birge ve İlker interrail ile Avrupa'yı turluyor. Baki Berk bisikletiyle İtalya'da pedallıyor. Özgün bugün yarın başlayacağı yolculuğu için güzergah planlıyor. Uğurcan, Likya Yolu'nu yürüdü geldi, şimdi Beyrut hayalleri kuruyor. Feyyaz, kıymetlisi fotoğraf makinasını bile sattı, Güney Amerika seyahatine hazırlanıyor. Mustafa Özt., yakında Yunanistan'a bisiklet sürecek inşallah. Karyamız Tuğba ve yoldaşı Şeyda da, bir şarkının duygusunun peşinde, Suriye ve İran'a doğru rotayı kırdı. Yarın yolculuklarına başlıyor.

Şeyda'nın annesi onu evden uğurlarken "bitlenmeden gel" demiş. Bu tembih blogunun da başlığı olmuş. Bayıldım :)
Geri gelin de, nasıl gelirseniz gelin. Bitli bitsiz farketmez bizim için.
Fotoğraf; Özlem Pansiyoncular'ın Ankara buluşmasının hatırasıdır (©Şeyda).

06 Ağustos, 2010

seyahat özgürlüğümüzü geri istiyoruz!


Sizlerle uzun zamandır paylaşmak istediğim -muhtemel çoğunuzun çoktan duyduğu ve destek olduğu- bir kampanya var: 'Seyahat Özgürlüğümüzü Geri İstiyoruz'.

Siyasal iletişim danışmanı O. Suat Özçelebi tarafından, Seyahat Özgürlüğü isimli blogda başlatılan, kısa sürede kitlelerce desteklenen ve pasaport ücretlerinin %50 oranında indirilmesi gibi somut bir başarıya imza atan bu kampanyanın devam amacını, Suat Bey kampanya sitesinde kısaca şöyle özetlemiş:

"En pahalı pasaport ücreti hala Türkiye'de. Dünya ortalaması 45-50 dolar düzeyinde bulunuyor. Türkiye'de 5 yıllık biyometrik pasaport ücreti 500 dolardan 225 dolara inse de hala çok yüksek. Her yıl otomatiğe bağlanmış zamlarda yasal bir değişiklik yapılmadı. Bu durum Anayasamızın 23. maddesinde tanımlanan 'seyahat hürriyeti'nin açıkça ihlalidir. DÜNYANIN EN PAHALI PASAPORTLARINI KULLANMAK İSTEMİYORUZ. Anayasal hakkınızın elinizden alınmasına izin vermeyin!"

'Pasaport fiyatlarında indirim' gibi net bir talebi olan "Seyahat Özgürlüğümüzü Geri İstiyoruz" Kampanyası, seyahatin yaygınlaştırılmasına fırsat verebilecek, bugüne dek yapılmış belki de en anlamlı ve en desteklenmesi gereken hareket. Ayrıca bizim gibi sivil toplum anlayışı yeterince oluşmamış bir ülke için, hepimize ilham ve cesaret veren, şahane bir sivil girişim örneği bana göre.

Düşünenin aklına, üşenmeyip destekleyenin (başka hangi nedenle bu kampanya desteklenmez ki?) bileğine sağlık!

02 Temmuz, 2010

norveç fiyordları: göz zevkinde son nokta

Norveç'te binlerce fiyord var, ama herbirinin aynı görsel şöleni yaşattığını düşünmeyin. Biz de aza kanaat etmeyen kişiler olarak, UNESCO'nun Dünya Mirası'na aldığı, en iddialı fiyordları - Naeroy ve Geirenger- görmeye azmetmiştik.

Bergen'de bir gece konakladıktan sonra, kiralamak için zar zor araba bulup dünyanın en güzel fiyordlarından olan Naeroyfjord'u görmek üzere yola koyulduk.

Evin küçük kızı modunda, arabanın arka koltuğundaki yerimi almış, kendimi eğlemek için içimden şarkı söylemeye başlamıştım. Çocukken ailecek çıktığımız araba yolculuklarında babam bize marşlar söyletirdi. Yaslı gittim, şen geldim. Aç koynunu ben geldim. Bana bir yudum su veer, çok uzak yoldan geldim.

Yolda böyle şarkı türlü giderken biz, birden 'yakışıklı olduğu kadar seksi de olan' bir trafik polisi yolumuzu kesti. Yolun biraz ilerisindeki dağda çalışma varmış. Böyle ne olduğunu anlamadan biz, çayır çimen gezer iken oğooo oğoo, güümm diye bir ses duyuldu. Yandaki dağda dinamit patlatılmış. Dinamitin sebep olduğu dumanın aşama aşama bize yaklaşmasından mütevellit, kendi kendimize gereksiz bir heyecan yaptık, 'yakışıklı olduğu kadar seksi de olan' polis memuruna el sallayarak Nærøy, Aurland ve Sogne fiyordlarını gezmek için bineceğimiz ferry'nin kalktığı (bir taşla 3 kuş!) minik ötesi kasaba Gudvargen'e ulaştık.

Bölgenin en güzel, en dar ve dramatik fiyordlarından olan Nærøy, Aurland'in bir kolu. Fiyord boyunca eşsiz lezzette manzaralara şahit olduk. Bizi yalnız bırakmayan martılar ise manzaranın kaymağıydı.







Sogne'nin sonunda bizi bir sürpriz bekliyordu: Avrupa anakarasının en büyük buzulu Jostedalsbreen !!! Buzulun kolları (Briksdalsbreen, Nigardsbreen) yol boyunca karşımıza çıktı.



Bu Arjantin'deki Moreno Buzulu'ndan sonra gördüğüm 2. buzul oldu. "Hiç mi Sea World'e gitmediniz canıım?" sözlerinin** sahibi Abla Pansiyon derelere girdi, kayaları aştı, buzula elini değdirdi. Ne de olsa benim gözler daha önce buzul görmüş, şu eller daha önce buzula değmişti. Coolluğumu bozmadım (** Bu efsanevi sözler, yıllar önce bir Mavi Yolculuk sabahında denizde Carette Caretta gören coşkulu ekibin çıkardığı seslere uyanan sinirli Abla Pansiyon'un ağzından dökülüvermiş ve tarihe kazınmıştır. O gün bugündür birimiz ne zaman ilginç bir şey görse, grup arasında bu sözler tekrarlanır: "Hiç mi Sea World'e gitmedin canım?":))

Sogne bölgesindeki fiyordları gezdikten sonra Geirenger Fiyordu'nu görmek üzere kuzeye doğru yol aldık. Geceyi masallardan fırlamış gibi duran bir doğanın içinde, tesadüfen bulduğumuz bir dağ evinde geçirdik.

Ertesi sabah 1 günde bizim olmuş köyümüzü üzülerek terkettik. Böyle anların istisnasız sorusu "Sen böyle bir yerde yaşayabilir miydin?" elbette ki tartışıldı aramızda:) Yanıt veriyorum: Evet ben yaşardım!

Geirenger Fiyordu gördüğümüz fiyordlar içinde en beğendiğimiz oldu. Lonely Planet'ın mutlaka görün diye altını tekrar tekrar çizmesi boşuna değilmiş. Hava soğuk ve kapalıydı. Donmak pahasına güverteye oturup göz zevkinde son noktaya ulaştık.







Norveç'in diğer ünlü fiyordları:


- Sogne Fiyordu: Norveç'in en uzun ve en derin fiyordu (204 km ve ulaştığı max derinlik: 1308 metre). Fiyordların Kralı olarak geçiyor. 204 km uzunluğu ile dünyanın da en uzun 2. fiyordu.

- Hardanger Fiyordu: Sogne fiyordların kralıysa, 179 km uzunluğu ile Hardenger de kraliçesi!
- Aurland Fiyordu: Aurland Sogne'nin kolu, Nærøyfjord da Aurland'in. Genellikle Aurland turları Flam'dan başlar.

- Lyse Fiyordu: Ülkenin güneyindeki görece büyük şehirlerden olan Stavenger yakınlarında bir fiyord.

Batı Norveç fiyordlarına nasıl gidebilirsiniz?

Ülkemizdeki acentaların gemi turlarından birini alabilirsiniz (TR'deyken pek pahalı gelen bu fiyatlar, Norveç'te gözünüze hiç de çok gelmiyor). Ülkeye gelen çoğu kişinin satın aldığı, ulaşımın tren/otobüs ve ferry'ler ile sağlandığı paket turlardan birini alabilirsiniz. Bergen'e kadar ulaştıysanız "dünyanın en güzel yolculuğu" olarak ünlenmiş Hurtigruten gemisine binip ülkenin kuzey doğusunda, Rusya sınırında yer alan Kirkenes'e (benim gidemediğim ama uçakta unuttuğum pasaportumun gittiği şehir) kadar gidebilirsiniz. "Bu fiyatlar bizi aşar ama oraları da görmezsem gözüm açık giderim" diyorsanız, Oslo-Bergen hattındaki kasaba Myrdal'da trenden inin, kalabalığı takip edin. Bir şekilde Nærøyfjord'e ulaşacağından eminim:)

30 Haziran, 2010

bergen: fiyordlara açılan kapı




Kuzey Avrupa macerası tabii ki en çok, "ölmeden önce görülmesi gereken yerler" listelerinin başında yer alan Norveç fiyordları içindi.



Oslo'dan sonra dümenimizi, Norveç'in fiyordlara açılan kapısı Bergen'e kırdık.






Dünyanın en güzel tren rotalarından olduğu söylenen Oslo-Bergen hattında 7 saatlik keyifli bir tren yolculuğu geçirdik (Bilet 90 TL civarındaydı).


Zaman zaman camımıza yapışıp manzaraları içimize çektik, zaman zaman deklanşöre saldırdık, o büyülü anların bir kısmını yakalamayı denedik.

Arada kendimize döndük; müzik dinledik, kitap okuduk, içsel yolculuklara çıktık.







İstanbul havaalanında görüp heyecanla satın aldığım, Türkiye'nin en popüler blog yazarlarından PuCCa'nın ‘Küçük Aptalın Büyük Dünyası’ ismiyle yayınlanan kitabı vardı yanımda. Kişisel hikayesini anlatan PuCCa geçtiğim topraklara ve insanlarına benziyordu. Nefes kesen manzaraların ardında büyük mücadele gerektiren bir doğa... Keskin, alaycı veya eğlenceli satırların ardında, hayatta kalmaya çalışan yaralı ve savaşçı bir kadın vardı.




Yol boyunca inanılmaz derecede güzel kare aktı gözlerimizin önünden. Sonunda, 230 bin kişilik nüfusu ile ülkenin 2. büyük şehri olan Bergen'e ulaştık.


Bergen, Viking kralı Olav tarafından kuruluşundan beri neredeyse 10 asırı devirmiş, 7 tepeli bir rıhtım şehri. Norveç'in de eski başkentlerinden biri. Rıhtım bölgesindeki meşhur tarihi ahşap evler, Floyen Tepesi, balık pazarı, Fantoft Kütük Kilisesi kısa sürede görülebilecek, şehrin en turistik yerleri.






Ertesi 3 gün boyunca kiraladığımız araçla ülkenin kuzeyine Trondheim'e doğru yolculuğumuza devam ettik. Ülkenin en güzel fiyordlarını görebilmek, ölmeden önce yapılması gerekenler listesine bir çentik atabilmek için...

28 Haziran, 2010

oslo: kuzeyde bir güzel

Yıllardır dostları kastırırım; "Alaska'ya gidelim, İskandinav turu yapalım" diye. Türkiye'nin güzel yazını bırakıp kuzey soğuğuna çıkmak çok da akıl karı olmadığından olacak, bu seneye kadar "he" diyen çıkmamıştı. Her nasıl olduysa, yıllardır bana göz kırpıp son dakika cayan Burçin "hadi mi?" diye geldi. E hadi !! (Fotoğraf Oslo-Bergen treni)

Aylar öncesinden İst-Oslo gidiş, Helsinki-İst dönüş biletimizi aldık (488,00 TL). Seyahat bursu için yazdığım onca yazının gazıyla, Kuzey Avrupa'da 2 haftalık bir Eurorail yapmayı planladık. Bir süre sonra, maceranın ilk 5 gününe Abla Pansiyon da katılmak istediğini söyledi. 'Bütçesi dar sırtçantalı gezgin' modundan, 'arabayla, trenle, uçakla gezelim canım' fütursuzluğuna hızla evrildik.

19 Haziran sabahı, yeni Pansiyon'u ardımda bırakarak yola koyuldum. Oslo'ya vardığımızda vakit öğleni biraz geçmişti. Norveç gerçekleriyle ilk dakika tanıştık: Şehrin 50 km dışındaki havalanından otelimize taksi ile ulaşım için 1500 Norveç Kronu bedel istediler(4 NOK, 1 TL diyebiliriz kabaca)! Yuhh ve off çekerek, havalimanındaki kiralık araba şirketlerinin elinde kalmış 'tek' arabayı benzeri bir bedele kiralamanın (dünya ortalamasının 3 katı gibi bir fiyat!) daha makul olduğuna karar verdik. Yerkürenin en pahalı ülkelerinden olan Norveç'in fena can yakacağı ilk andan belli olmuştu. Yanan el ve yüreğimizi soğutmak için olsa gerek, Oslo Yağmur Tanrısı hemen bardağı boşalttı tepemizden. Yağış altında ve içinden haritanın çıkmadığı bir kiralık arabayla Norveç topraklarında Kuzey Avrupa macerasına başladık. (Fotoğraf Kraliyet Sarayı)

Ülkenin yarım milyon nüfuslu güzel başkentinde (Norveç popülasyonu 4.6 milyon) yol bulmak kolay oldu. Günün kalanında, şehrin tüm ana arterlerine girdik çıktık, kılavuz kitapta 'görülesi' olarak belirtilmiş bina, park ve caddeleri gezdik. Norveçli mimar Snohetta tarafından yapılan Opera ve Bale Binası'nın dış sahnesinde banttan yayınlanan bir operayı Oslolularla birlikte 'kısmi felç' geçirme pahasına seyrettik. Hava soğuk ve yağışlı (14-15 derece), opera ise bildiğiniz operaydı, hızla uzaklaşılası:)


Oslo'da görülmesi önerilen yerler: Munch Müzesi (ülkenin en ünlü ressamı Edvard Munch'ın eserleri sergileniyor. En ünlü eserlerinden olan 65 milyon Euro değerindeki Çığlık isimli tablosu çalınıp sonra tekrar bulunmuştu, belki hatırlarsınız), Vikeland Parkı (Heykeltraş Gustav Vigeland'ın neredeyse tüm yaşamı boyunca yaptığı heykeller ile donatılan bu park gerçekten çok çarpıcı. İnsanın doğumu ve ölümü arasında geçirdiği evreyi, anadan üryan insan heykelleri ile anlatmayan çalışan heykeltraş Türkiye'de yaşasa muhtemel taşlanırdı), Viking Gemi Müzesi ve Aker Brygge (Eski tersane, artık üzerindeki bar ve restoranlar ile şehrin en keyifli sosyalleşme mekanlarından biri olmuş).
Daha önce kuzey şehirlerinin meşhur beyaz gecelerine tanık olmamıştım. Oslo'da saat 23.00 sularında hava alacakaranlık tadına geldi, tamamen kararmadı, 2-3 saat içinde hava yeniden aydınlandı. Benim gibi ışık sever bir insan için günün en sevindirici gelişmesi buydu (Fotoğraf Aker Bridgge, saat 23:15'te).

Oslo umduğumdan fazlasını bulduğum, sanatın yaşamın içine sızdığı, güzel ve medeni bir Avrupa başkenti. Gezilesi, tozulası... Ama mevsimsel ve ekonomik koşulları yüzünden birkaç günden fazla kalınası ya da yaşanılası mı, ciddi şüpheliyim.

26 Haziran, 2010

norway: the way to the north

Milyon yıl önce oluşmuş derin fiyordlar, karlı dağlar, bereketli ovalar, keskin vadiler, ucu bucağı görünmeyen ormanlar, her köşeden fışkıran şelaleler, çağıl çağıl akan nehirler, fırtınalı denizler, beyaz geceler, kuzey ışıkları (aurora borealis), -50 ve +30 derece arasında seyreden bir hava, buzullar, göller… Doğanın kaç yüzü varsa, bu ülkede karşınıza çıkabilir!
Sevimli köyler, kimisinin çatısı çimle kaplanmış üçgen kırmızı evler (Annemizin evinde asılı duran o tablo var ya, önünden dere akan ahşap ev tablosundan bahsediyorum, o tablo kesin bu topraklarda çizilmiş!)... Güzel ve tarihi liman şehirleri...
Ormanın derinliklerinden her an fırlayacakmış gibi duran Norveç mitolojisinin sevimli yaratıkları, troller… Dünyalar güzeli ve fakat zorlayıcı tabiat ana ile kökleri Vikinglere uzanan, petrol zengini devlet babadan çıkan bir ülkenin çocukları, Norveçliler.Bu ülkede -26 saati pasaportsuz olmak üzere- 7 günü devirdim (gidemediğim şehirlere de pasaportum gitti diyebiliriz:)). Yol anılarını ve seyahate dair ipuçlarını ayrıca yazacağım.
Bu arada GGSB bursiyerlerinden Selen, İran üzerinden Hindistan'a doğru yolculuğa başladı. Geçeceği ülkelerin koşulları elverdiğince blogunu güncelleyecek: doguyabakmak.blogspot.com. Seyahat Bursu finalistlerinden Ümit de aynı rotayı bisikletle geçmeyi planlamıştı. Pakistan vizesinde sorun çıkınca yüzünü Ekvador'a döndü. Bilet fiyatları el yakınca sonunda bisikletiyle Uzak Doğu'ya doğru yollara düştü: yolda.org. Genç gezgin arkadaşlarımın yollarda aradıklarını bulmalarını, evlerine keşfetmenin büyük mutluluğu yüreklerinde, sağlıkla dönmelerini diliyorum.

20 Haziran, 2010

kuzey avrupa macerası başladı

Norvec-Isvec ve Finlandiya'yi kapsayan, 16 gunluk Kuzey Avrupa seyahatimiz basladi.

Rotamiz simdilik; Oslo- Bergen- Batı fiyord bölgesi- Trondheim- Alta- Honningsvag- Nordkapp (Avrupa'nin en kuzey noktasi)- Oslo- Stockholm-Helsinki.

Norvec'te ilk izlenimler: Hava soguk, cok soguk! Kizlar guzel, cok guzel! Hayat pahali, coook pahali!

29 Nisan, 2010

bekle bizi ankara

Sonra söylemedi demeyin; 2. Özlem-Pansiyoncular Buluşması 8-9 Mayıs'ta bu sefer Ankara'da!!

7 Mayıs akşamı TCDD'nin kara trenlerinden birine atlıyoruz İstanbul'dan, yoldan gençleri toplaya toplaya Ankara'ya gidiyoruz.

Haydi gençler ve her zaman genç kalanlar!!
'Ankara Ankara olalı, böyle enerji görmedi' desinler ardımızdan:) Rehavetinizi, 'kimseyi de tanımıyorum ki' endişelerinizi, birbirinin aynısı olan günlerinizi ardınızda bırakıp da gelin. Müzik aletlerinizi ve neşenizi kapıp da gelin. Hikayeler yaratmak için gelin.

Siz gelirseniz, her şey daha da güzel olur.

23 Nisan, 2010

23 nisan piyangosu goes to...

Birkaç saat içinde, yani 07:00 uçağı ile Şam-Suriye'ye gidiyorum. Ben yollarda eylerken ardımda mutlu bir genç bırakmak istiyorum. O yüzden gece açıklamayı planladığım haberi biraz öne alıyorum.

Şam'daki kayısıdan beni daha fazla heyecanlandıran bir şey oldu bugün. Genç Gezginler Seyahat Bursu'nun artık yeni bir bursiyeri var: Hande Şener !!!

Handecim... Evet, bazen hayatta güzel sürprizler olur. Bundan sonraki tüm 23 Nisan'larda bugünkü şaşkınlığını ve mutluluğunu hatırla!

Bu bursa olanak sağlayan, birlikte nice coğrafyadan geçtiğim (İran, Ürdün, Kars-Çıldır, Mardin-Hasankeyf, Venedik gibi gibi), nice sohbeti paylaştığım, nice şarabı içtiğim, nice eğlendiğim, nice şey öğrendiğim... çok ama çok sevdiğim yol arkadaşlarıma (Basir Sevinç, Prof Dr Huri Özdoğan, Prof Dr Jale Yazıcı ve Prof Dr Olcay Yazıcı / Öz Hakiki JaBaTur'un bavulu her daim hazır gezginleri, Sinedel'in en deli üyeleri:)), öncelikle yarın kendileri gibi çok değerli bir doktor olmasını umduğum Hande adına, sonra da beni tanıştığımız ilk günden beri kucakladıkları için... hayatıma kattıkları anılar, sorular, cevaplar ve gülüşler için... teşekkür ederim (Tabii onlar blogumu okumadıklarından ne kendilerini ifşa ettiğimi bilecek, ne onlara yazdığım destanları görecek:).

Not: Havuzumuzda yedek bursiyerler için ayrıca paralar birikmeye devam ediyor!! Anadolu Üniversitesi'nden bir öğrenci var ki, beni benden aldı. Çok yakında Eskişehir'i yeniden, bu kez onun için ziyaret edip, detaylı yazacağım. Herkesin bayramını kutlarım. Yaşasın içimizdeki hiç büyümeyen çocuk:P

22 Nisan, 2010

bi daha mı gelicez dünyaya?

Ocak ayında ODTÜ'den 4 arkadaşla yaptığımız ilginç yazışmayı "bas bas paraları leyla'ya" başlığı altında yayınlamıştım hatırlarsanız. Bu sıpalar Londra'ya bir gittiler... Bekle ki söz verdikleri fotoğraf gelsin!
Neyse geç oldu, temiz oldu. Çok dikkatle bakarsanız Londra'da bir hostelde çekilen fotoğrafta; kızları, biraları ve Özlem-Pansiyon hatırasını seçebileceksiniz:)

Ekipten Uğurcan da artık bir seyahat blogu yazarı. Ben bayağı beğendim.

19 Nisan, 2010

ilk görüşte aşk: venedik


Venedik, İtalya'nın Adriyatik kıyısında yer alan ilginç ve çarpıcı bir ada şehri.

Kente, anakara ile bağlantıyı sağlayan 4 kilometre uzunluğunda bir köprüyü geçerek ya da Marco Polo Havalimanı'ndan bineceğiniz vapuretto'lar ile deniz yolculuğu yaparak ulaşabiliyorsunuz.

Venedik şehrini oluşturan 118 adacığı, 170 kanal birbirinden ayırıyor ve 400 köprü birbirine bağlıyor.

İlk kez, interrail yaptığım 1997 senesinin yazında, bir Ağustos sabahı trenle ulaştım Venedik'e. Gece boyunca uyuyabilmek için o şehirden bu şehire aktarma yapmıştım. Üzerimde günlerin yorgunluğu... Gar binasından dışarıya adımımı attığım anı çok iyi hatırlıyorum. İlk görüşte aşk! Ben Venedik'e aşık olmuştum.

Neyle karşılaşacağınıza çok da hazır değilseniz, sizi Venedik'te saracak olan duygu, bir masalın içine düştüğünüzdür. Şehrin Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında yürümek, küçük köprülerinden geçmek, pastel rengin hakim olduğu tarihi binaların arasından gökyüzü bakmak ve tepeden sizin selamlayan güvercinlerin peşine düşerek bir meydana ulaşmak... Yazarken makulmüş gibi gelse de, yaşarken gerçek dışı bir hikayenin içine sürüklendiğiniz hissini yaşatır size.


Bu ada şehrinde kaybolmak kaçınılmazdır. Ama Venedik'te her 'kayboluş' aslında büyülü bir 'buluş' sürecine dönüşür. Masalın içinde kaybolmak, akıntıya karışarak kendi masalınıza ulaşmak istersiniz.

Romanlardan, filmlerden tanıdığınız köprüler, saraylar, meydanlar, basilica'lar hep o kayboluş anlarından sonra, beklenmedik bir şekilde karşınızda bitiverir. Büyülü anlardır o anlar. Özel bir deneyim yaşamış gibi sevinirsiniz. Küçük bir barda manzaraya karşı şarabınızı yudumlar, manzaranın güzelliğini içinize sindirmeye çalışırsınız.


1987 yılında Dünya Kültür Mirası olarak kabul edilip tamamen koruma altına alınan Venedik'i, kuş uçumu bakıldığında Ters S'ye benzeyen Canal Grande ortadan 2'ye böler (Büyük Kanal, ya da Venediklilerin dediği gibi 'Canalazzo').

15. yüzyılda Fransız yazar Philippe de Commine tarafından "Dünyanın en güzel caddesi" olarak adlandırılan ve 3800 metreden uzun olan Büyük Kanal, tren istasyonundan başlar (Stazione Ferrovia) ve Aziz Marco havzasında biter. Kanal boyunca, şehirde vaktiyle nasıl bir hayatın olduğuna dair size ipuçları veren binalar görürsünüz. Bizim yaptığımız gibi bir akşam vakti kanalı taksiyle geçerseniz kendinizi bir film karesinin içinde bulabilirsiniz.

Büyük Kanal'ın üzerinde ilk Venedik seyahatimde 3 köprü bulunuyordu (Rialto, Scalzi ve Accademia). Onlara 2 sene önce bir yenisi eklenmiş (Ponde della Constituzione).

Bu köprüler içinde en eskisi ve ünlüsü, yapımı 1591 yılında tamamlanmış olan ve yüzyıllar boyunca kanalın üzerindeki tek köprü olarak yaşayan Ponte di Rialto. Taş ve tek kemerli köprü, Venedik şehrinin de sembollerinden biri. Venedik'te her yol illa ki, Rialto ya da San Marco Meydanı'na çıkar.

Dünyanın en renkli meydanlarından biri de kuşkusuz ki San Marco. Napolyon'a göre "dünyanın en güzel salonu".


Venedik'e beni ilk aşık eden kanallar ve köprülerse de, aşkı cilalayan Piazza San Marco olmuştu vaktiyle. Meydanın hafızalarda kalan manzarası sadece sanat, tarih ve estetiğin (Dükler Sarayı, Sansoviane Kütüphanesi, St. Marco Kilisesi, Saat Kulesi, Bronz Aslan Heykeli vs) bileşkesi değildir. San Marco Meydanı denince benim aklıma en az onlar kadar güvercinler de gelir.

Yetmiş çeşit milletin, yetmiş çeşit rengini bu meydanda görmek mümkündür. Yaz aylarında meydanın etrafındaki cafe'lerin orkestraları klasik müzik çalar. Belki evliliklerinin 50. yılını kutlamak üzere şehre gelen tonton turistler bu meydanda dans eder. Ben de bir amcayla, 50 yıllık eşinden aldığım özel izinle, vals yapmıştım St Marco Meydanı'nda:)

Bu şehirde 2 çeşit Venedikli görmeniz mümkün:

- Yaşlı teyze ve amcalar; nadiren evlerinden çıkıp alışveriş yapıyorlar. Onlara ancak arka sokaklarda şanslıysanız denk geliyorsunuz. Varlıklarını alışverişe çıktıkları sabahın erken saatlerde ya da camlarının önündeki çiçekleri sularken farkedebiliyorsunuz.
- Dükkan sahipleri.
Kalan deli kalabalığı tamamen turistler oluşturuyor.

Venedik günden güne sular altında kalıyor ve yaşlı nüfusu gibi sessizce veda ediyor sanki.



Aşıklar Şehri olarak ünlenmesi boşuna değil Venedik'in. En az aşk kadar yoğun, en az aşk kadar şiirsel ve harekete geçirici, en az aşk kadar romantik ve en az aşk kadar geçicidir Venedik.


Yanınızda sevgiliniz varsa, dünyanın birbirini en çok seven aşıkları olduğunuza ve ömrü şimdiki gibi hep el ele geçireceğinize inanasınız gelir. İzlediğiniz bir filmin etkisiyle, gider Scalzi Köprüsü'nün altında sevgilinizle öpüşür ve 'sonsuza kadar aşk' yemini edebilirsiniz.





Yalnızsanız, gülünce yüzünde güneş doğan yakışıklı İtalyan'la bir gondala atlamak ve o güneşin birazının da sizin karanlık hayatınıza ışık vermesini hayallersiniz.

(Yeri gelmişken söylemeden geçemeyeceğim, toplam nüfusu 72 bin olan Venedik'te yaş ortalaması da 46. Yani hayal kurarken ve hayallere uyduğunuzu sandığınız tatil seçimleri yaparken, bilimsel gerçekliği atlamayınız:P Ortalık yakışıklı İtalyan'dan kırılıyor filan değil).




Yirmibeş yaşımda benimle konuşsanız dünyanın en güzel şehrinin Venedik olduğunu tereddütsüz söylerdim. Venedik aynı Venedik, San Marco aynı San Marco. Ama ben değişmişim. Venedik ve benim aşkımız bitmiş. Doğal olanı seviyorum ben artık; daha yalın ve gerçek olanı. Beni şefkatle sarıp sarmalayanı. Hayal gücümle, edebiyatın beynimdeki tezahürüyle sevmiyorum artık ben. Elazığ'ı Paris'e, Venedik'e tercih edebiliyorum.

'Bu fotoğraf da neyin nesi' derseniz; kişisel tarihimde yeri olan ve Venedik'le aşk yaşamama sebep (istasyonun hemen önündeki) Scalzi Köprüsü üstünde, gençliğimi selamlıyorum:)


"Dünyanın bütün şehirlerini görmüş olsanız bile, Venedik'e geldiğinizde sizi şaşırtacak bir şeyler muhakkak vardır" demiş Montesquieu, Lettres Persanes isimli kitabında.

Venedik için çok tanımlama yapılmış, dahası da yapılabilir: Aşıklar şehri, Adriyatik'in kraliçesi, rutubet ve küf kokulu kent, yüzen şehir, batan şehir, kanallar ve köprüler kenti, gondollar şehri, festivaller şehri, açık hava müzesi, sanatın doruğa ulaştığı şehir... vs.



Çok yüzlü, belki maskeleri olan bir kent Venedik. Sanata ve estetiğe hayran kalır, vıcık vıcık turistlerden ve şehrin yüzeyselliğinden bir aşamada yaka silkersiniz belki. Bahsi az geçen kötü yüzleri, yeterince allanıp pullanmış iyi yüzleri ve bıktıracak kadar fazla ziyaretçisiyle, çabuk sıkma potansiyeli olsa da; yine de özeldir, şaşırtıdır Venedik ve bence herkes bir ara bu şehirden geçmelidir.

Hayranlıkla hatırladığım şehre 13 yıl sonra Şubat ayında Venedik Karnavalı için yeniden gittim. Venedik Karnavalı'nı ayrıca yazacağım.