26 Şubat, 2011

belcikali ressam magritte'den "collective invention"

Renklerde kayboldugumuz, bakmalara doyamadigimiz tablolar vardir hani... Rene Magritte o resimlerin ressami degil!!

Ama onun resimlerinin, 'bu adam ne demeye calismis yahu' derken, sizi bir yolculuga cikaracagi kesin. Aslinda bu 'bir yere varilamayan' yolculuklardan olacak. O yuzden de aklima 'gercek yolculuk, sadece yolculuk icin yapilir' sozunu getiyor eserleri. (Kendisi oyle anilmak istemese de, surrealizm-gercekustuculuk- akiminin onculerinden kabul edilen) Magritte'ye bosuna 'resim yapan filozof' dememisler. Sorudan soruya kosturuyor insani.

Magritte'nin kafamda bir sey cagristiran nadir tablolarindan biri: L'Invention Collective (Kollektif Bulus).

Cagrisim dediysem, cool bir sey degil maalesef:) Nasrettin Hoca'nin 'Kazan' fikrasi. "Kazanin dogurduguna inaniyorsun da, oldugune niye inanmiyorsun?"

'Kollektif Bulus' ismi uzerine guzel kafanizi hiicc yormayin. Eserlerine isim bulmak icin bol mesai harcayan Magritte'in belli ki motivasyonu, en alakasizini koyarak 'akil' yolunu tamamen baltalamakmis:)

"Resimlerimi bilinçli ya da bilinçsiz bir simgeselliğe indirgemek, onların gerçek doğasını görmezden gelmektir. İnsanlar bir takım nesneleri hiçbir simgesel anlam aramadan rahatlıkla kullanabiliyorlar, ama iş resimlere bakmaya geldiğinde, aynı nesnelere nasıl bakacaklarını bilemiyorlar. Resmin karşısında ne düşünmeleri gerektiğini bilmedikleri için yaşadıkları bu ikircikli halden çıkabilmek, onları belli anlamları aramaya itiyor. Yaslanacakları bir şey olsun istiyorlar. O boşluk duygusundan kurtulabilmek için tutunabilecekleri güvenli bir dal aramaya çalışıyorlar. Simgesel anlamlar arayanlar, imgenin kendindeki şiiri ve gizemi gözden kaçırıyorlar. Bir gizem sezebildiklerine şüphe yok ama, bir an önce kurtulmak istiyorlar o sezgiden. Korkuyorlar. ‘Bu ne anlama geliyor?’ diye sorarken, gerçekte her şeyin anlaşılır hale gelmesini diliyorlar. Oysa o gizemi sezen ve ondan kaçmayanlar, bambaşka bir tepki veriyorlar resme. Onlar, başka sorular soruyorlar." (Magritte)

Deniz kizi mitinin dogmasini, kimileri, denizlerde aylarca kalan denizcilerin hayal guclerine baglamis (colde serap olayi). O 'kimilerinin' torunlari da bugun, Magritte'in 'deniz kizi yorumunu' sahiplenmis, ortaya yandaki deniz kizi karikaturu cikmis: "Issiz bir adaya dusseniz, hangisini secerdiniz?".

Deniz kizlari issirsin sizi:)

22 Şubat, 2011

sen mutlulugun resmini yapabilir misin abidin?

...
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini
değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı
balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba'nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem
gayrının resmini yapabilir misin üstat
...
Nazim Hikmet Ran
Saman Sarisi (Bir Garip Yolculuk) isimli siirden alinti


Bugun, bana gore "mutlulugun resmi" olan birkac fotografi paylasmak istedim sizinle. Seyahat Bursu'10 finalistlerinden 3 genc gezginin yollardaki fotograflari...

Patagonya'daki bir buzul golunde suya atlayan, "ciktigimda bedenimi hissedemiyordum ama yasadigimi hissediyordum" diyen Feyyaz... Iguacu Selalesi'nde yasadigi mutlulugu yaninda paylasacak kimsesi olmasa da sarki soyleyerek kutlayan Umit... kiymetlisi Scotty ile bir zamandir Italya'da bisiklet turlarina cikan Baki Berk.


Mutlulugun resmini yapmak, cidden o kadar zor mu?

19 Şubat, 2011

arjantinli ressam antonio berni

Arjantinli ressam dusununce aklima ilk gelen isim Antonio Berni oldu.

1905-81 yillari arasinda yasayan ressamin 1934 yilinda yaptigi, Arjantin'deki bitmeyen siyasi ve ekonomik istikrarsizligi, krizleri, darbeleri, mitingleri bana hatirlattigi icin sevdigim eserlerinden biri: "Manifestación" (Gosteri).

Insanlarin ifadelerine bakar misiniz? Kaygi, umutsuzluk, ekmek derdi, kizginlik bu kadar mi basarili yansitilir!

Arkalarda bir pankart acilmis; "Pan y Trabajo". Vatandas "Ekmek ve Is" istiyor.

Berni'nin ayni yil yaptigi bir diger eseri de "Desocupados" (Issizler).

1800'lerin son ceyreginden 1. Dunya Savasi'na kadar gecen sure icinde ekonomik acidan altin donemini yasamis Arjantin. O donem Avrupa'da refah duzeyi yuksek insanlar icin, 'bir Arjantinli kadar zengin' deyimi kullanilirmis. Tarima dayali Arjantin ekonomisinde, dunya savasinin patlak vermesiyle gelisim yavaslamis, 1929 yilindaki Buyuk Buhran dunyanin kalanini oldugu gibi Arjantin'i de derinden etkilemis.

Berni'nin bu 2 eseri, dunyadaki ekonomik krizden nasibini almis 30'larin Arjantin'ini degil, sanirim tum dunyadaki donemin insanlarinin dramini yansitiyor.

Sanatcinin diger resimleri icin tiklayin.

15 Şubat, 2011

meksikali ressam frida kahlo'dan, "my birth"

Bundan sonra, unleri coktan ulkelerinin sinirini asmis ressamlarin sevdigim eserlerini, ara ara sizlerle paylasmaya calisacagim.

Meksikali ressam Frida Kahlo'yu (ozellikle 2002 yapimi Salma Hayek'in oynadigi Frida isimli film sayesinde) az cok hepimiz biliriz. Son yuzyilin en onemli ressamlarindan biri olarak kabul edilen Frida, en az resimleri kadar hayatiyla da ilgi uyandirmis ve politik durusuyla da varlik gostermistir.

Frida'nin en sevdigim eseri "My Birth" (Dogumum) ismini verdigi asagidaki resim.

Gecirdigi bir kaza yuzunden 2 yil yuruyemeyen (ve 47 yil suren omru boyunca toplam 32 kez ameliyat olmak zorunda kalan) Frida, resim yapmaya o donem baslar.

Frida'nin tanimiyla Frida "kendisini doguran bir kisi"dir.

Gercekten de resimle yeniden dogmus; icine dogdugu ve mahkumu gibi gorunen hayati degil, kesfettigi ve buyuttugu yetenegi ve yarattigi kimligi ile sectigi bir hayati yasamistir.

"Dogumum" isimli tabloyu bir muzede gormek mumkun mu diye arastirdigimda ilginc bir bilgiye ulastim. Resim su anda, buyuk bir Frida hayrani olan Madonna'nin kisisel kolleksiyonunun bir parcasiymis. Madonna bu eseri sevmeyen insanlarla arkadas olamayacagini soylemis bir roportajinda, hatta resmi insanlari test etmek icin kullaniyormus.

Bugunlerde Pera Muzesi, Frida Kahlo ve yillarca firtinali bir ask yasadigi Meksika'nin Michelangelo'su olarak unlenmis esi Diego Rivera'nin 40 yapitindan olusan bir sergiye ev sahipligi yapiyor! Sergi 20 Mart'a kadar gezilebilecek. Aklinizda olsun!

09 Şubat, 2011

kore dizileri (k drama)

Güney Kore'den başladık madem, hemen kapatmayalım konuyu, biraz detaylandıralım.



Romantik komedi tarzı filmleri seven kadın izleyicilerin Güney Kore dizilerinden hoşlanmama ihtimalini pek düşük buluyorum. Genelde bir dizi 60 dakikalık 16 bölümden oluşuyor. Diziyi uzatmak için saçma yan hikayelere fazla bulaşmıyorlar. İlk bölümler güldürüp, sonraki bölümler biraz ağlatıyor, ama hikaye genelde tatlı sonla bitiyor.


Sokaklarda dolanan bir teşhircinin ce-e yaptığı sahne (Playful Kiss)
Otobüste tacize uğradığını sanan esas kız, o vakit henüz tanımadığı esas oğlandan intikamını alır (Personal Taste)

Ana karakterler arasında zengin/fakir gibi klişe karşıtlıklar görülmekle birlikte, ilginç ve aslında gelenekçi toplumsal yapılarına ters karşıtlıklar da olabiliyor. Mesela ekmek kavgasındaki esas kız erkek rolü yapıyor, esas oğlan ona erkek sanmasına rağmen aşık oluyor ve gay olduğunu düşünüp bi ton acı çekiyor (Coffee Prince). Otuz dörtlük kariyer kadını ile 24'lük gencin aşkı bir Kore dizisinde işlenebiliyor (The Woman Who Still Wants to Marry).

Edindiğim izlenim, Kore'de adamlar analarından, sevgililerinden, karılarından ve patronlarından dayak yiyor! Dayak dediysek abartı bi şekilde değil; görücü görüşmelerinde performansını beğenmediği oğlunun kafasına annesi vuruyor ya da oklava ile kovalıyor, fiziksel temasta sınırı aşan sevgiliye kız arkadaşı tekme atıyor, işini iyi yapmayan elemana müdürü birkaç darbe indiriyor. Konuşarak anlaşmaya çalışmaktan bazen çok yorulan ben, sanırım Kore'de mutluluğu bulurdum :)


Kibirli esas oğlana uçan tekme atan esas kız (Boys Over Flowers).
Tuba Büyüküstün'ü benzer bir eylemde hayalleyin şimdi, bence Türk dizilerinde de bu tarz açılımlara ihtiyaç var:)

Kore'nin kendine özgü bir mutfağı var. Kimchi Kore mutfağında özel bir yere sahip görünüyor. "Kendin pişir, kendin ye" konseptli salaş restoranlarda masa üzerindeki mangalda domuz derisi, bağırsak gibi şeyler pişirip yiyorlar. Yemeklere yüksek oranda milli içkileri soju eşlik ediyor. İçerken çarptığını anlamadığın, ayağa kalkınca dünyanı ters döndüren bir içki olduğuna ben kanaat getirdim. Soju sonrası küfelik olmuş Koreliler sırtta, sedyede ya da restoranların sağladığı özel servis ile evlerine taşınıyor.


Şu ana kadar bu sahneyi görmediğim bir film veya dizi izlemedim!
Sauna/hamam (adı her neyse artık) hayatlarının bir parçası gibi duruyor. Bizim kırsaldaki gelini almadan hamama götürüp sağlam tarafından incelemek adeti gibi, Güney Kore'de de bazen esas kızın ailesi esas oğlanı saunada sorguya alıyor. Ayrıca geceyi yan yana uyuyarak geçirmek isteyen sevgililer hamamda sabahlayabiliyor. Evsizler oralarda uyuyor.


Şu an aklıma gelmeyen ama bende oralara gitme, sandıklarım gerçek mi kontrol etme isteği uyandıran onlarca güzel detayla dolu k dramaları.

Güney Kore'ye gidersem yapmak için şimdilik listeme aldıklarım:


  1. Bir gece mutlaka hamamda sabahlayacağım (20 USD'ye hem yemek, hem konaklama fırsatı: Daha ne olsun?!)

  2. Masaüstü grill restoranlarına gideceğim ve fakat sadece kimchi ve erişte yiyeceğim (Yemek konusunda tutucu bir insanım).

  3. Kesinlikle Korelilerle soju içip küfelik olacağım.

  4. Karaoke barlarında şarkı söyleyeceğim.

  5. Üç-dört kişilik müzik gruplarından birinin konserine gidip elimdeki parıldak şeyi gençlerle birlikte sallayacağım.

  6. Han Nehri'nde gezeceğim.

  7. Seul'deki Olimpiyat Parkı'na gideceğim.

  8. Hazımsızlık sorunu çekip, akapunkturun hazımsızlığa nasıl iyi geldiğini çözmeye çalışacağım.

  9. Korelilerin balayı adası Jeju'ya geçip manzaranın tadını çıkaracağım.

  10. Gong Yoo'yu bulup, Türk kadınlarından sevgiler sunacağım!
Bu gece Türkiye-Güney Kore maçı varmış. Keşke gitseydim.

05 Şubat, 2011

sinemanın gücü: güney kore rüzgarına kapıldım!

Dünyanın tüm renklerini aynı coşkuyla kucakladığım, her köşesini aynı şiddetle merak ettiğim, 70 çeşit milletin tamamıyla kaynaşmaya can attığım sanılmasın. Yaşlanınca gideriz dediğim yerlerden oldu Çin ve ötesi. Belki de artık yeterince yaşlandığımdan, şu an kesinlikle Uzak Doğu beni çağırıyor gibi.

"Büyüyünce kasaba ileri geleni olucam" şeklindeki gelecek hayallerim, Tayland seyahati sonrası "Hint Okyanusu'ndaki bir adada meyve suyu satıcısı olucam" şeklinde revize olmuştu. Uzak Doğu beni önce denizi ve doğası, sonra masajı, en sonunda da ekonomik ve kendine özgü yaşam koşulları ile yakaladı. Şimdilerde ise tamamen Güney Kore Sineması'nın rüzgarına kapılmış durumdayım! İki ay önce "bundan sonra nereye gitmek istiyorum" listesi yapsam, ilk 50'nin içine kesinlikle girmeyecek olan Kore, şu an sanki kardeşimin yaşadığı memleketmiş gibi geliyor. Kısaca seyahat çanları benim için çalıyor!

Alakalı bir sinema takipçisi olmama rağmen, vaktiyle seyrettiğim Dolls filmi sayesinde sırtımı Asya sinemasına dönmüştüm (film boyunca kafayı çizmiş esas kız uzun bir kurdeleyi çekerek yürüdü, esas oğlan da onu takip etti. Ben yeter algıdan uzak olmalıyım, IMDb puanı 7.7/10). Hayat birkaç ay önce karşıma bir Güney Kore filmi çıkardı, benim için yepyeni bir dünyanın kapısı aralandı.



Neydi beni bu filmlerde çeken? Sanırım ilk sebep özgün senaryoları. Filmin ilk 5 dakikasında hikaye sizi bir şekilde kendine bağlıyor. Tanıdık olmayan bir nehirde dolanmanın zevkine varıp, kendinizi hikayenin akışına kaptırıyorsunuz.

Mesela My Sassy Girl, kolej öğrencisi Kyun-woo'nun bir akşam metroda çok sarhoş bir kıza rastlamasıyla başlıyor. Metroda ayakta zor duran kız önündeki adamın kafasına kustuktan hemen sonra Kyun-woo'ya sevgiliim diye seslenince, metrodakiler bu ikiliyi birlikte zannederek el birliği dışarıya atıyor. Sorumluluk sahibi Kyun-woo kızı bir motele kadar sırtında taşımak zorunda kalınca ilginç bir aşk hikayesi doğuyor. Castaway on the Moon ise bir intihar sahnesi ile başlıyor. Borç harç içindeki Kim, Seul'ün ortasından geçen Han Nehri üzerindeki bir köprüden atlıyor, şehrin ortasındaki minik bir adada gözlerini açıyor. Yüzme bilmediği için karşı kıyıya yüzemiyor ve ona dar gelen plazalara nanik yapıp, adada kendine ilginç bir yaşam kuruyor (Boğaz Köprüsü'nden atlayıp Su Ada'da uyandığınızı ve orada Robinson Crusoe hayatı yaşamaya başladığınızı hayal edin). Boş Ev, tatile giden insanların boşalttığı evlerini kullanarak yaşayan ve karşılığını kendince, bozulmuş ev aletlerini onararak ödeyen tuhaf bir adamın hikayesini anlatıyor. Oldboy ise bir intikam öyküsü. Dilimizi tutmamız, her şeye maydonoz olmamamız gerektiği mesajını pek etkili bir şekilde veriyor:)



Bir yandan filmleri izlerken, Güney Kore dizilerinin de dünya çapında popüler olduğunu, internet sayesinde öğrenmiş oldum. Meğer TRT yıllardır bir takım Güney Kore dizilerini yayınlarmış. Kore yapımı dizilerin Türkiye'de de ciddi oranda seveni olduğu benim hiç bilmediğim şeydi. Hemen seyrettim mutlu finali garanti eden birkaç ünlü Kore dizisini.

Güney Kore dizilerinde Dr House gibi çok zeki ve karmaşık kişilikli bir ana karakter görmez, Lost'taki gibi gerçeküstü bir gizemin içinde kaybolmaz, Dexter gibi sosyopat bir katilin hikayesine denk gelmezsiniz (ki ben genelde böyle dizileri seviyorum). Seksenler Türk Sineması'nı biraz andıran tatta... çok özgün olduğunu söyleyemeyeceğim bir ana hikaye üzerine acayip bir başarıyla gündelik hayattan detaylar serpiştiren... gücünü de en çok bu detaylardan ve naif duygusallığından alan, ilginç ve eğlenceli yapımlardı gerçekten. Anladığım kadarıyla seveni çok seviyor, sevmeyeni de muhtemelen bilmediği için sevmiyor.

Bir Kore yapımından oradaki hayata dair neler öğrenirsiniz? Bu ülkede içkinin hayatın neresinde durduğunu mesela. Kıyafetleri, yemekleri, inanç sistemleri, gelenekçi yapıları, popüler müzik ve müzik grupları... kadın-erkek, ebeveyn-çocuk, yönetici-eleman ve arkadaşlar arası ilişkileri... güzellik anlayışları, sosyal hayatları, tatile nereye gittikleri, ve daha neler neler...


Güney Kore'de yaşamı izlediğim filmler sayesinde nedense tanıdıgımı sanıyorum. Aksini bilen varsa, beni hayallerimden uyandırsın!