29 Mayıs, 2006

buenos días

Hola. Aprendo espanol. Tengo que hablar.

Ha ha ha! Ben bu dili sökerim dedim! Şimdilik copy-paste yöntemi ile yukarıda gördüğünüz ağır cümleleri yazmayı başardım.

Seyahat planlarım tüm hızıyla sürüyor. Çok şey düşünüyor, düşündüğümden daha yavaş bir hızla aksiyon alabiliyorum. Bu hafta birkaç gün önce dünya seyahatini tamamlayıp Türkiye’ye dönen Barış ile buluşacağım (barisnerede.com). Şu dakika en sevdiğim insan Barış:) Tüm belirsizliklerimin netleşmesini Barış görüşmesine bırakmış durumdayım (Onun, henüz bu ağır görevden haberi yok tabii ki). Bir de Canan ile buluşacağım bu hafta. O da 5 ay diye gittiği Güney Amerika’da 1 yıl kalan başka bir gezgin kişilik. İnanılmaz güzel mesajlar attı bana. Umut verici, motive edici…

Haftasonuna kadar rotam kesinleşmiş olacak. Günlerle birlikte coşkum da artıyor!

Aynı dakika içinde o kadar çok şey düşünüyorum ki, ne yazacağımı bulamıyorum bu karmaşa arasında. Ben çok şanslı bir insanmışım. Hep söylenirdim “neye elimi atsam kurur” diye. Hani psikoloji de örnek olarak gösterilen bir durum vardır; “Benim sıra hiç gitmez. Oysa yan sıra ne kadar da hızlı ilerledi”. Benim sıra vallahi gitmez(!) ama insanlardan yana çok şanslıyım ben! Son dönem bunu farkettim.

Çevrem renkli, coşkulu, eğlenceli, yüreklendirici insanlarla dolu. Dünyanın en iyi patronu, dünyanın en iyi ev sahibi benim. Olabilecek en makul noktaya bağlandı bu meselelerim. Dünyanın bir yerlerinde “Gel burada da kal” diyen dostlarım var. Ailem makul oranda akıl verip, kararıma saygı duyuyor. Falcı bile bana süper şeyler söylüyor. Daha n’olsun dedim. Şükretmeyen taş olur!

Bahtım yollarda da sürsün. Hayat bana kocaman kalpli başka güzel insanlar da sunsun. Başka da hiçbir şeyin önemi yok sanırım.

Hasta luego!

27 Mayıs, 2006

fallandım bugün

Lisede gençlik kampına gitmiştim her yaz. Bir sene ailece tatildeyiz, beni kampa 2 gün kadar geç bıraktılar. Gittim ki kampa, herkes kankasını bulmuş, gruplar oluşturulmuş, millet bir neşe, bin eğlence. Kimse yüzüme bakmıyor. Bir kenarda gariban gariban takılıyorum. Yalnızlık insanı yaratıcı yapıyor. O kampta öğrendim bunu.

Her nereden aklıma geldiyse çok iyi el falı baktığımı uydurdum; kızlar kapımda sıraya girdiler. Acıdan artık nasıl şair kestiysem, ben söylüyorum, onlar alkışlıyor. Öyleki 2. günün sonunda kamp müdüresi, ahçışı ve hatta kampın dışındaki bakkal bile beni bir kenarda kıstırmayı ve fal baktırmayı başardı. Sıkışırsam iyi atarım. Beni kimse tutamaz. O kampı da en popüler kız olarak tamamladım çok şükür. Şanıma gölge düşmedi!

Yalancı bir falcı olduğum için fallara da falcılara da itimat etmem. Arada denk gelirse de kasmam, baktırırım. Ama bugün o kadar tuhaf bir deneyim yaşadım ki, sarsıldım.

Detay verecek değilim. Tek söyleyebileceğim kadın hayatımı katladı, kıvırdı, koydu masaya. O konuştukça masada duran sağ elim havadaki tuhaf elektrikten uyuştu, uyuştu.

Biraz haklıysa kadın, hayatımın devrimini yapmışım. Kendimi aşacakmışım!:)

25 Mayıs, 2006

to do list olayları

İş hayatına ara verip, biraz kafayı dağıtacaktım hani? Yollara vuracaktım kendimi… Yıllardır büyütmek için uğraştığım hayatımı, kendime kendimi ispatladığım noktada, küçültmeye çalışacaktım. Bi terlik, bi don değilmiş olayımız. Sanırsınız milyon dolarlık lansmana hazırlanıyorum. To do listem uzadıkça uzadı, sayfalar doldu taştı.

Aynı anda on kitap okumaya, gideceğim ülkelerde kanka yapmaya, seyyahlardan yol ve hayat üzerine ipuçları yakalamaya, yine de aldığım parayı az biraz haketmeye, kılından tüyüne, aşısından ilacına, check up’ından sigortasına, eşya ve ev operasyonundan zartına zurtuna ne çok düşünecek şey varmış.

Geçen yıl motor ehliyeti almaya çalışırken enselenmiş, dört gözlüler grubuna dahil olmuştum. Grand Canyon semalarında helikopter sefası yaparken yarısını bıraktığım gözlüğüm kriz anlarında işimi de görüyordu. Ne gerek vardı ki gözlüğe? Aptal lensleri takayım derken de gözümü çıkarmaktan kıl payı kurtulup az görürüm demiştim. Takılıp gidiyorduk az gören göz ve ben. Kazın ayağı değişti. Onca yol katedip az biraz mı göreyim şimdi? Barda göz kırpan latinleri (İspanyolların kulakları çınlasın! Yazma biçimleri nasıl da değişiyor kültürden kültüre) ıskalamak olur mu? Dünya erkekleri yazı dizisini kim yazacak sonra?

Yuvarlana yuvarlana yaşıyorduk. Mutluyduk göbek ve ben. Gelsindi kebaplar. Ohh’du. Dünyanın en şişko backpacker’ı mı olayım şimdi? Hem interrail deneyimimden biliyorum. Onlarca saat 80 litrelik çanta ile yürümenin sonu, Naim Süleymanoğlu.

İte kaka yaşıyorduk işte. Yılda 2 kere filan boğazda yürüyorduk. Bu spor var ya, benim tüm sülaleye yeter! Onca sene dinlendik, herhalde yorulmayız di mi yollarda, ayacıklar ve ben.

Canım, anlamıyor olabilirim tablet PC’sinden, IPOD’undan, kamerasından. Kul sıkışmadan hızır yetişmez. Öğreniriz yolda, kılavuzları ne için yapmışlar hem(Kırmaz ya da çaldırmazsak tabii takım taklavatı)?. Haaa, daha almadık mı? Alırız yavaş yavaş… Hızlı gidersen, ruhun arkada kalıyormuş hem.

Vize mi, ne vizesi? Hangi birini alayım. Benim açamayacağım kapı yoktur abii.

Canım İngilizce biraz var işte, İspanyolca hiç yok. Hem Türk’ün Türk’ten başka dostu da yoktur. Benim atalarım Yakutz’dan kalkıp gelmiş. İspanyolca mı biliyorlardı. Haftaya başlarız bi kursa; onu da öğreniriz işte gitmeden, küçük dozda.

Az biraz işim kaldı. Onu da yapiim, tamamdır işim.

(İç ses: Var ya, git ananların yazlığına konuçlan. Gitmişsin gibi de e-mail filan atarsın millete. Paracıklarında cebinde kalır. Zaten döviz almış başını gitmiş. Her gece bira, patates. Mis, mis. Internet çağında ne gezmesiymiş canım. Her şey ekrandan anlaşılıyor hem. Bizim memlekete de her çeşit dünyalı geliyor. Onlarla takıl işte. Hehe…)

23 Mayıs, 2006

yollarda bulurum seni

Gideceğime sonunda inanan arkadaşlarım yollarda hayatımın aşkını da bulacağıma ve hatta geri de dönmeyeceğime kanaat getirdiler. Bugün bol bol temenni mesajı aldım. Yapmayın arkadaşlar. Aşkı kim kaybetmiş, ben bulayım yollarda.

Bu romantik dilekler aklıma bir anıyı getirdi.

3-4 yıl önce Olcay ile Barcelona'ya gitmiştik yaz tatilinde. Sevgiyle andığım, kalbimin kaldığı şehirlerdendir Barcelona. O yaz tatilinde Yonca bizi ekti. Yonca'sız mutluluğu bulamayan bir insanım ya, bizi ekmesine çok içerledim. Barcelona'da şansım yaver gitti de, Yonca'ya öldürücü darbeyi indirecek bir hikaye yaratabildim.

Resmini gördüğünüz erkek güzeli frizbi oynamaktadır parkta. Allah diyerek daldım olaya. Böylesi güzellik bırak benim yurdumu, gezdiğim hiç bir ülkede görmediğim şey. Tek derdim çocukla resim çektirip Yonca'ya "bak ne güzellikler kaçırdın Barcelona'da" demek. Çocuk pek kibar çıktı; benimle tanışmaktan çok mutluluk duyduğunu, Türkiye'ye geldiğini ama benim gibisiyle (ne demekse) hiç tanışmadığını anlatmaya çalıştı. Bense azimle fotoğraf çektirmeye. İletişim kanallarım o dakika kapalı. Neyse sonunda gördüğünüz fotoğraf çekildi. Ben alacağını almış her insan gibi, çocuğa hayatta başarılar dileyerek ayrıldım olay yerinden(Basiret bağlanması böyle bir şey midir?).

Türkiye'ye döndük; 3 gün geçti, Yonca beni aramıyor. Sen misin beni aramayan; yazdım hemen bir hikaye. Resimdeki gençle ilk görüşte aşk yaşadığımı, çok yakında yine ziyaretine gideceğimi ballandıra ballandıra anlattım (Aynı gün gözü yaşlı bir e-mail eşliğinde fotoğraf forward edilmiş uzak memleketteki dostlara). Yonca hasedinden ölecek ama hiç renk vermemeye çalışıyor. Olayı duyanlardan tebrik mesajı yağdı: "Biz her zaman inanıyorduk senin sonunda böyle bir aşk bulacağına, bu çocuk sana az bile az" vs vs (Benim yalan, oldu bir efsane aşk hikayesi:))

Yonca konuşmadıkça ben de dozu her geçen gün arttırdım. Odama çocuğun resmini çerçeveledim koydum, Barcelona'ya göçeceğimi açıkladım. Tek beklentim Yonca'nın acılarını benimle paylaşması, "Ben ettim sen etme, gitme Özlem" demesi. En sonunda kendime veda partisi günü bile belirledim.

Yonca bir gün acılı adana olarak geldi evime. Ben artık mizanseni abartmışım; bavullar açık, eşyalar kolilenmiş. O gün öğrendim ki bir aydır Barcelona'da MBA araştırıyormuş, neredeyse işten atılacakmış konsantre olup çalışamadığı için. İşte ben böyle hastasıyım Yonca'nın. O da bana hasta, ama çaktırmıyor:)

Aradan 3 yıl geçti, Yangın'ın kardeşi ile karşılaştık. "Aaa, sen ne zaman döndün Barcelona'dan" dedi. Ne diyeyim şimdi ben:) Komedi!

Anlatmak İçin Yaşamak isimli kitabını aldım Marquez'in. Yolda ne ararsan onu bulursun (Behiye'nin kulakları çınlasın!).Belki ben sadece anlatacak hikaye arıyorumdur.

21 Mayıs, 2006

yollarda- 1. bölüm: iğneada

18 Mayıs Perşembe öğlen saatleri itibariyle bir yere gideceğimiz kesin ama neresi olduğu hala bir muammaydı hatırlarsınız. Yonca duymuş birinden, “İğneada’ya gidiyoruz” diye bavuluyla geldi. Elimizde bir Türkiye Karayolları Haritası, şoförümüz Yonca. 3 saatlik yol haliyle 5 saat sürdü. İnek görsek yolda Yonca geri sürmeye başlıyor... Istıranca Dağlarını aşarak ulaştık İğneada’ya. Bulduğumuz en düzgün otele yerleştik: Murat Can Otel. Kurulduk sahildeki otelimizin Karadeniz manzaralı restoranına. İstanbul’dan turist kızlar geldi diye garsonlar pır dönüyor etrafımızda. Üşüyorum diye elekrik sobası bırakıldı ayaklarımın dibine. Kalkan/salata ısmarladık. “Ohh dünya varmış” derken… elektrik kesildi.

“Elektrik yoksa mum var, gaz lambası var” demeyin, yok. Olsun. Issız karanlıkta yıldızlar muhteşem görünüyor hem. Açıklamaya çalışıyorum Yonca’ya samanyolunu. “Yonca bak, bu küçük ayı, ters cezve gibi olan. Diğeri de büyük ayı. Onların kesiştiği yerdeki en parlak yıldız da kuzey yıldızı”.

Zor bir gece geçirdik. Elektrik bir var, bir yok. Odamızın duvarlarından biri daimi şekilde ötüyor, galiba içinde bir boru var. Sifonu çekiyorum, kulp elimde kalıyor. Tuvaletin kapısını kapatıyorum, bir daha açabilene aşk olsun, kapı kolu da sizlere ömür. Yastık/yorgan yün. Benim yüne, toza, ota-boka alerjim var.

Tolga ile tanıştığımdan beri sürekli söylediklerini düşünüyorum. “Su gibi olmak lazım”. “Hiçbir şey tesadüf değil”. Laflıyoruz Yonca ile: “Su gibi olmak lazımmış Yonca. Elektrik olmayabilir, duvarlardan boru sesi de gelebilir, soğuk da olabilir. Çok daha kötüleri bekliyor beni yollarda. Hiçbir şey de tesadüf değilse bunlar bana işaret mi?”.

Tolga arkadaşları ile müzik yapıyormuş para gerektikçe. Gözümün önüne şöyle bir kare geliyor: Saçlarım sabunla yıkandığı için keçeleşmiş. Caddede oturmuş müzik yapıyorum yeni arkadaşlarım ile. Yonca geçiyor önümden, para atıyor ters çevrilmiş şapkaya. Yani hayal işte, Yonca kaptırır mı yoksa kıymetli paracıklarını sokak çalgıcılarına:) Ben 10 yıl boyunca Hindistan senin, Nepal benim gezsem de egomu bu derece küçültemem sanırım. Aç kalır, ölürüm daha iyi. Su gibi ol Özlem. Su gibi!

Ertesi sabah sahilde kahvaltı yaparken soruyorum Yonca’ya: “Yonca. Bir sürü gereksiz eşyam var. Onlarca çanta, ayakkabı, zart zurt. Satsam mı onları? Bu vesileyle temizlik yapmış olurum. Yüklerimden kurtulurum.”

Ağlamaya başlıyorum sonra. Engel olamıyorum kendime. Sanki bu Yonca ile son seyahatim. Sanki ucuzluktan ABD’den aldığım ve son bir yılda belki bir, belki hiç kez kullandığım onca çanta/ayakkabı o dakika benim şu anki hayatımla son bağlantılarım. Sanki eşyalarımdan kurtulursam kendimden de kurtulacağım. Evim geliyor aklıma. Yine ağlıyorum. Evim AslıhanPansiyon olmak üzere. Garson gelip iyi olup olmadığımı soruyor. “Hem su gibi akmaya çalışıyorum, hem bir yere ait olmaya… Hem uzaklara hasretim, hem şimdiden gurbet acıları çekiyorum. Ağlak bir arızayım. İyiyim yani Garson Bey, siz nasılsınız?”

Deniz fenerini ve Bulgaristan sınırını soruyoruz garsona. 9 yıldır İğneada’da olduğunu, yüzlerce müşteriye yolu tarif ettiğini ama henüz gidemediğini anlatıyor bize tarif verirken. Bahsi geçen yerler sadece birkaç kilometre. Aklım almıyor, insan nasıl sokağın sonunda ne olduğunu merak etmeden yaşar? Teşekkür edip, helalleşiyoruz. Yolcu yolunda gerek.

Sınırın iki yanında karşılıklı köyler var. Bizim taraftaki köyün adı Beğendik Köyü. Gelincik tarlaları içinde, denize kıyısı olan yemyeşil, nefis bir köy. Karşıdaki Bulgar köyü de neredeyse tüm netliğiyle görülüyor. Ben bu köyde çocuk olsam bir yolunu bulur, eminim sınırı geçerdim.

Gelincik tarlaları arasında ilerliyoruz. Çocukluğumun Avcılar'ını hatırlıyorum. Ne kadar şanslı çocuklarmışız biz. Gelincik tarlaları içinde büyümüşüz.

Dağlardan, kırlardan geçiyoruz. Candan Erçetin'in Parçalandım isimli parçası çalıyor. Bu şimdi tesadüf mü Yonca?

Parçalandım/Ve her bir parçam ayrı yere bıraktım/Birini açık denizlerin en derin yerine attım/Kürek çektim, uzaklaştım, dönüp arkama bakmadım bile/Birini yüksek dağların zirvesine çıkardım/Hiç kimse kurtarmasın, kurda kuşa yem olsun diye/Birini hiç unutmadığım o küçük şehirde bıraktım/Dönemedim, kimbilir, belki dönsem de bulamazdım

Önce savruldum yok oldum/Sonra dinlendim duruldum/Ve her giden parçam yerine/Yenisini doğurdum

Daha güçlü, daha sakin/Daha mutlu, daha suskun/Daha olgun, daha kırgın/Daha yalnız, daha yorgun

yollarda- 2. bölüm: kıyıköy

Rotamızı Kıyıköy’e çevirdik. Binbir çeşit çiçek kokusu içinde şarkılar söyleyerek Kıyıköy’e vardık. 5 yıl kadar önce şirketten bir grup arkadaşımla Kıyıköy’e geldiğimde meydanda bir köy düğününe denk gelmiştik, o gece düğün kervanına katılıp Trakya ayak hareketlerini öğrenmeye çalışmıştım. Dün de asker uğurlama şenliği vardı. 7-8 oğlan (bunlar köyün yeni dönem askerleri) bir halay çekiyor, bir ağlıyor. Ben de askere gidiyor gibiyim. Beni de alın aranıza!

Bu tatilde konaklamadan yana yüzümüz gülmedi. Tüm oteller dolu ama evler pansiyon gibi kullanılıyor. Kışın tüm yağışını yemiş evlerde kullanılmayan odaların kapısı açılınca buram buram rutubet kokusu dışarıya akıyor. Bu rutubeti bir gece solursam 1 ay hastanede yatmam gerekir, eminim neredeyse. “Yonca bunlar vallahi bana işaret”. Aklımdaki gidilecek ülkeler listesinden rutubetli memleketleri siliyorum bir çırpıda. Uzun gezmeler sonucu 70 yaşındaki Sevim teyzenin ellerimle yaptım dediği evinde bir odaya yerleşiyoruz. En azından bu oda rutubetsiz. Tuvaletin duvarlarında gezinen 2 solucanı görmezden gelmeye çalışıyorum. Ama lavaboda elimi yıkarken zıplayan kırkayak, Yonca ve benim bağırarak dışarı kaçmamıza sebep oluyor. Tam o sırada Onur aradı. “Onur imdattttt! Hayvanlar aleminin içine düştük. Gel bizi kurtar”. Nerede o Kadir abimiz gibi delikanlılar? Onur bizi Tanrı’nın şevkatine bırakıyor.

Tam uyuyacağız, yatağımın yanındaki duvarda kafam kadar bir örümcek. Yatakları odanın ortasına çekiyoruz. Yonca’nın yatağının altından da bir muz eskisine dadanmış milyon karınca manzarası… Su gibi ol Özlem. Su gibi! Doğa severlerin kınamalarından korktuğumdan hayvanlar alemi ile girdiğimiz mücadeleyi anlatmayacağım. Ama biliniz ki biraz kan aktı. Böcek zengini ülkeleri de araştırmaya karar veriyorum evime döner dönmez. Dünyayı gezeyim derken kafayı üşütmeye niyetim yok.

Tabi ki yorgunluk ağır bastı. Haşerelerin içinde oldukça derin bir uyku çektik. Vallahi su gibiyim artık ben. Her yerde uyurum:)

Sabah çok güzel bir manzaraya karşı enfes bir kahvaltı yaptık. Yeni mekanlar keşfetmek üzere yine yollara düştük.

yollarda- 3. bölüm: eve dönüş

Dönüş yolunda biraz da medeniyet diyerek Büyükçekmece göl kenarında Wattabe’de takıldık, minderlerde yuvarlandık. İstanbul’un karmaşasından kaçmak ve surf yapmak için ideal bir mekan. Wattabe’nin hemen yanında bulunan Gürman Çiftliği’nde ise göl manzarasını izleyerek ata binmek mümkün.

Şaire Ankara'nın nesini sevdiğini sormuşlar, "İstanbul'a dönmesini" demiş. Nereye gidersem gideyim ve gittiğim yeri ne kadar seversem seveyim durum hiç değişmedi. Sonunda İstanbul'a dönmek en güzeli. İnsanın evi gibisi yok!


18 Mayıs, 2006

yol açık, yola çık


Seyahat planlarım dahilinde inanılmaz insanlarla tanışıyorum. Dün Behiye ve arkadaşı Tolga, ÖzlemPansiyon'a misafir oldular. Bir önceki gece ise Avucumda Patikalar isimli kitabın yazarı Gülin Aköz ile buluştum. Boş kalan anlarda da yıllardır biriktirdiğim Gezi, Atlas, Voyager vb dergiyi, yeni aldığım onlarca seyahat kitabını okuyorum, internette geziniyorum.

Ayıptır söylemesi, gidiyorum arkadaşlar!!!:)

Planlar kesinleşmeden bunu açık şekilde duyurmak istememiştim. Aslında hala planlar kesinleşmedi. Ama içim biliyor; nereye, nasıl olduğu önemli değil. Gidiyorum. Dün geceki muhabbette Tolga'nın söylediği gibi, hiçbir şey tesadüf değil belki de. Bu yolculuk belki benim kaderim.

"Yolda ne arıyorsan, onu buluyorsun" dedi Behiye. Tolga aradığı huzur, maneviyatı ve alternatif yaşamı bulmuştu güneşin doğduğu coğrafyalarda.

Peki ben ne arıyorum?

Hangi sorularıma yanıt bulurum, kendimi bulur muyum, yaşamın gizlerini/anlamını çözer miyim bilinmez yollarda ama arayışımı seviyorum. Kendime bu şansı vermeye karar verdiğim için mutluyum, huzurluyum.

Yazdıklarımdan hatırlarsanız bugün Yonca ile Ürdün, İsrail veya son haftaki haliyle İran'da olmamız gerekiyordu. Maalesef daha büyük yol projelerinin peşine düşmem süreciyle bu kısa tatil iptal oldu, geç kaldığımız için vize sorunu çıktı. İran'a da ABD girişimi engelleyebileceği için gitmekten vazgeçtim. Birazdan, nereye olduğunu hala biz de bilmiyoruz, arabayla yola çıkacağız. Yol nereye götürürse...

Gitmeden size Asu Maralman'dan bir şarkı hediye ediyorum (Usenmeyin, internetten bulun, dinleyin).

Her yolun bir yolcusu var/ Yolun taşlı tozlusu var/ Sevdanın derdin kederin/ Yollara düşmüş izi var

Kimi yorganı sırtında/ Kimi yüreği ağzında/ Kimi bir sevdaya düşmüş/ Kimi servet yolunda

Yollar hasretleri bağlar/ Yollar gurbetlere uzar/ Yollar karanlık yollar/ Aydınlık yollar da var

16 Mayıs, 2006

attila ilhan'li gunler

Bir süredir Levent-Levent arası kısa araba yolculuklarımda Attila İlhan'ın sesinden şiirlerini dinliyorum. Duygulu, coşkulu, hüzünlü dizeleri takılmış aklıma, sürekli içimden onları tekrarlıyorum. Bu kadar mı güzel anlatılır bazı hisler kardeşim? Kelimelerimden utanıyorum.

"İnsan kendisine rağmen yaşayamaz
Kalbimiz beyaz derken biz siyah diyemeyiz".

"Sen kendine yetmiyorsun/ Hiç kimse sana yetmiyor/ Birini bitirmeden aklın/ Öteki yolculukta"


Hayatımdaki taşları yerinden oynatıyorum arkadaşlar. Pansiyon olmak beni artık kesmiyor. Bunca zaman dünya bana geldi, biraz da ben dünyaya açılayım diyorum. Deliyim ben. Yok vallahi evrimimi tamamlayamadım. Zeka takılıp kaldı belli bir yaşta.

13 Mayıs, 2006

eller gider mersine...

Selim mesaj atmis, "nasilsin" diye sormus.

İçimde fırtına var Selim. Ondan aslında, hiç kendimden bahsedesim de yok. Yaralı ayılar gibi bir süre inime kapanmak ve hiç ses çıkarmamak, iç sesimi duymak istiyordum. Ama sosyal varlığız ya, durumlar buna da fırsat vermiyor.

"Köşede inecek var abii" tadında olmadığı için hayat, beni mutlu etmesini umduğum yeni bir senaryo üzerinde çalışıyorum. O yol olmadı mı, yan yolu dene. Yan yol da mı kapalı, arka yola geç. O da mı olmadı? İn arabadan yürü. İneceğim arabadan sanırım, bir süre yürüyeceğim.

düşmemek için tutunduğum fundalıklarından/ elimde/ kuru bir dal kaldı.
budadım olmadı/ suladım olmadı/ yaktım!
(Tayyibe Atay)


Şu günler "köprüleri yakmalı mı?" günleri benim için. İnsanın hayatta kaç gol fırsatı vardır bilmiyorum. Aptal bir topun peşinde kaleyi ortalama çabaları bana ağır geliyor bu dakika. Tam golü atacakken, kenara çekilesim var.

Hayat yapsın artık bana sürprizini.

01 Mayıs, 2006

bu kaçıncı ayrılık?



Zaman sadece birazcık zaman / Kızgınlığım yalnızlıktan korktuğumdan / Bilirsin karanlıktan da ürkerim çocuklar gibi / Işıkları hep yakarım bu korkudan

Her mevsim yolcu ediyorum çok sevdiğim birini… Bu Olcay’ı ilk uğurlayışım değil. Dönmez sanıyordum, döndü. Gitmez sanıyordum bir daha, gidiyor yarın sabah. İnsan alışamıyor veda etmeye. Acıya alışılır mı? Bu kaçıncı ayrılık Olcay?

Doymadım doyamadım sevmelere seni ben / Kimseyi koyamadım yerine yeniden / Saymadım sayamadım sensiz geçen yılları / Ne inkar ne itiraf bu yalnızca sitem

Ömrümüzün yarısından çoğunu el ele, gönül gönüle geçirdik biz. Pek çok güldük, pek çok ağladık. Yorgun doğanlardandık; bu yükten kurtulamadık.

Anladım sonu yok yalnızlığın / Hergün çoğalacak / Her zaman böyle miydi bilmiyorum / Sanki dokunulmazdı çocukken ağlamak / Alışır her insan, alışır zamanla kırılıp incinmeye / Çünkü olağan yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak.

Kırıldı kanadımız kolumuz bazen. Kaybettik zaman zaman hayatta. Beraber yasını tuttuk kayıplarımızın. Söylendik, lanet ettik, yıkılmayıp ayaklandık. Yine yeni yeniden.

Dayan gözümün nuru / Kavuşacağız elbet bir bağ bozumu / Kıran kırana bu hayat / Yaşayacağız boynumuzun borcu / Unutma bahardır kışın sonu

Kaç günü ağarttık beraber? Kaç kaybolmuş yolcuya yoldaşlık ettik bu uzun gecelerde?

Hani herkes arkadaş / Hani oyunlar sürerken / Hani çerçeveler boş/ Hani körkütük sarhoş gençliğimizden / Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken / Eskidendi, eskidendi, çok eskiden

Sezen şarkılarıyla yürüdük yıllar, yollar boyunca. Olcay başlardı saymaya: Sene 1992, Firuze, B yüzü, 3 şarkı.

Hayat zorlaşınca /Çıkmaz sokaklarda soluksuz kalınca /Azalınca manadan /Seyyar sevdalarda parçalanınca / Dil yetmeyince / Göz görmeyince gönül hissetmeyince / Kırılınca camdan kalp / Dönüp yalnızlığa kilitlenince / O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz / O zaman şarkı söylemeli çığlık çığlığa / O zaman yüreğin yükü hafifler belki biraz / O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz

Yolun açık olsun bahtsız bedevim. Gittiğin yerde ne zaman daralsan yine patlat bir Sezen parçası. Avaz avaz şarkı söyle. Orta kantin merdivenlerinde ya da peteklerde ya da manzarada ya da Taksim gecelerinde söylermişsin gibi. Ben nereye gidersen git, sesini duyarım. Merak etme.

Benim bütün derdim özlem / Biliyorum kavuşur böyle seven / Biz bir elmanın iki yarısıyız / O en çok sevdiğim ve ben.

Yolun açık olsun canım benim. Nereye gidersen git, peşinden geleceğim.

Sen de kendi payından bir hatıra seç / Ve o ben olayım unutma, beni unutma