27 Nisan, 2006

dünya beni bekliyor

Kocaman bir dünya var, beni bekliyor. Gittiğim ülkeleri işaretledim, sonucu çok üzücü buldum.Yukarıda gördüğünüz haritadaki duruma bakmayın. Rusya'da tek gittiğim şehir Moskova, sayesinde sağlam bir toprak parçası işaretlenmiş oldu.

Tabii ki sadece skor peşinde değilim.

Gözüme 19 Mayıs fırsatını kestirdim; saatlerdir, 4 günlük tatil yaratarak gidebileceğim yeni bir ülke arıyorum. Oysa bugün Yonca ile konuşurken hangi şehri önerse gittiğimi söylemiş ve ince ince böbürlenmiştim. Külliyen yalanmış durum. İki kıta arasında dolanmışım sadece.

Yonca henüz bilmiyor, ama bu tatilde Amman ya da Tel Aviv'e gideceğiz. Ne şehirleri eleye eleye geldim ben bu noktaya; Abu Dhabi, Ashkhabad, Dushanbe, Muscat, Tahran, Bishkek vb.

Bugün Elhan sayesinde bir blog'la tanıştım: Barış Nerede? Baris hem geziyor dünyayı, hem yazıyor. Sonra onun blog'unda başka blog'lara ulaştım. İmrentim göklerde, sormayınız.

Bekle beni dünya! Bir şekil, geleceğim.

25 Nisan, 2006

kayıp prens; vordonisi


Bilindiği üzere İstanbul adaları ya da diğer adıyla Prens Adaları dokuz adadan oluşuyor; Kınalıada, Burgazada, Heybeliada, Büyükada, Sedefadası, Kaşıkada, Yandıros, Sivriada ve Yassıada. Bizans döneminde bunlara bir de Vordonisi Adası’nın eşlik ettiğini ise çok az kişi biliyor. Vordonisi, Marmara'nın kuşaktan kuşağa anlatılan efsanevi kayıp 10. adası. Büyük bir deprem sonucunda bin yıl kadar önce sulara gömülen adadan günümüze sadece "Manastır Kayalıkları" kalmış. Eski bir haritada gösterilen adanın yeri, 2004 yılında saptanabildi.

24 Nisan, 2006

ada vapuru yandan çarklı




Bir grup yarım akıllı, bindik yandan çarklı ada vapuruna. "23 Nisan kutlu olsun, sevinin küçükler, övünün büyükler, lay lay lom". O kadar kalabalıklaştı ki vapur, ayakta kalanlar olarak ikinci bir vapura geçmek zorunda kaldık. İşte o geçiş sırasında sol ayağım (hani geceleri yatarken arada bir hava alması için yorgandan çıkardığım, ola ki çıkaramazsam sanki ağzıma yastık kapatılmış kadar nefessiz kaldığımı sandığım, en kıymetlim, benim canım sol ayağım) kalasın altında kaldı. Üstüne de kalasın, 10 tane insan binmiş; "AAAAA" diye öyle bir bağırdım ki, ben bile utandım sonra:) Neyse morlukla atlattım olayı, kırık filan yok. Böylece başladık güne.

Sisli İstanbul manzaraları eşliğinde ulaştık Burgazada'ya. Deniz, martılar, ağaçlar, erguvan kokuları, fayton sefası, bisiklet gezisi, Kalpazankaya'da akıllara zarar bir garsona rağmen yenen güzel yemekler, muhtemel ot çekmeye doluşmuş kokoş hippiler, su satmayan bakkal vs vs...

21 Nisan, 2006

otostop vukuatları

Yaş 17. Ben Adana’da bir kere otostop deneyimi yaşamışım ablama entegre olup ama Yonca ilk defa milli oluyor. Heyecan dorukta. 2 oğlan aldı bizi. Okuldan Levent’e gitmeye çalışıyoruz. Yonca çocukların her hamlesinde bağırıyor; “Aman yavaş sür kardeşim”, “Aman sakin olalım”, “Aman bu yoldan nereye gidiyorsunuz?”. Eni topu 10 dakikalık yolda kaç aman çıktı, sayamadım. Sonradan anlaşıldı ki; bizim çocuklar liseye gidiyormuş ve haliyle ehliyet filan da yokmuş. Polise enselenmek üzereyken öğrendik. Böylece başladık bu işlere…

Üniversite hayatımın neredeyse tamamını değişik yerlerde, tekil ya da çoğul olarak otostop çekerek geçirdiğim için aslında anılarımdan gerçekten kitap yazılır. Bazen düşünüyorum, gerçekten beni bilinmez güçler korumuş. Fazla rahattım ben; yalnız başıma otostop çektiğim en az 3-4 araçta uyuduğumu hatırlıyorum. Arabada uyumanın en güzel yanı, şoförün sizi yol kenarında bırakmayıp, kapıya kadar götürmesidir. Bana her seferinde aynı şey oldu; gideceğim mekanın kapısında dürtmek suretiyle uyandırıldım.

En az 3 kere silah gördüm bindiğim arabada. Silahlı amcamlardan biri superdi; Taksim Evlendirme Dairesi’ne yetişmeye çalışıyorum. Her kiminse birinin nikahı var. Amcamın Mercedes altında, belde tabanca görünüyor kenardan, ayakkabılara topuktan basılıyor. 15 dakika da uçarak gittik okuldan Taksim’e. Benim için emniyet şeritlerinde gidildi, dörtlüler filan yakıldı. Delikanlı adamdı:) Kötü bir olay bir keresinde Yonca'nın da silahlı anılardan birine dahil olmasıdır.

Hayatımda kullandığım 2. araba (ilki sürücü kursunun arabası), otostop çektiğim çocuğun arabasıdır. O sıra yeni başlamışım sürücü kursuna (yani sadece 1 ders almışım), çok böbürleniyorum ilk hamlede arabayı sürdüm gittim diye. Boğaz hattında ilerliyoruz. Bebek civarına gelmişiz. Çocuk çekti kenara. “Gel sür” dedi. Sürmem mi? Karizmayı çizdirmemek için aldım, sürdüm vallahi.

Bu çocuk çok harbi çocuktu; arabasını sürdüğüm vukuat aslında 2. karşılaşmamızdır. Yanlış anlaşılmasın, buluşmuş filan değiliz. Yolda 2. kez otostop çekerken denk geldik yine. İlkinde bir gece alemden dönüyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam kadro Oguz, Seval ve ben. Bu çocuğun yanında bir de arkadaşı var. Muhabbet her nasıl o noktaya geldi bilmiyorum. Dedim ki “Ben hiç Kilyos’a gitmedim. Bu gece o gece. Kilyos’a gidersek denize gireceğim”. “Gitmeyen göt olsun” ile başlayan muhabbet, “girmeyen göt olsun”la sürdü. O Kilyos’a gidildi. Vakit ya kış, ya bahar. Öyle yaz filan da değil yani. Makul bir deniz kenarı bulunamadı; ben yandan çarklı da yapmış olabilirim, emin değilim. Suya girmedim. Bu çocuk çok sağlammış ya, yazınca farkettim… Adı neydi ki? Bulun getirin dedim!

Bir mezunlar günü. Güneyden kuzeye çıkmak için yine bir adamın arabaya atladım. Janti bir mezun, buyurdu “Sizi bir drink içmeye davet etsem”. Benden yanıt: “Merci, kullanmıyorum”.

Bir dönem var ki, her gün başıma bir sarkma vakası geliyor. Herhalde o dönem zayıflamış filanım. Yazma katsayısı tavan yapmış durumda. Günde min 4 adet uygunsuz davet alıyorum. Azimle vazgeçmiyorum ama otostoptan. Sürekli söyleniyorum bindiğim araçlarda. “Yani bilemezsiniz, dünyanın çivisi çıkmış. İnsanların ardamarı çatlamış. Yani bu ne rezillik. Başıma sürekli şöyle şöyle şeyler geliyor”. İnene kadar söyleniyorum ve söyleniyorum. Çoğunlukla adamlar da bana hak veriyor. Aynen uyunması durumunda hep kapıda bırakılmam kadar kesindir sonuçlar, bu benimle birlikte küfreden adamlar, her seferinde yolun sonunda beni bir yere davet etti. Neymiş, konu açılmaya görsün. Sonuçta her zaman bir davet gelir. Pes yani!

Bir keresinde Avcılar’a gideceğim, annemlere geç kalmışım, Cuma akşamı olmuş. Tam helk tabakasından 3 amcanın arabaya bindim, Şahin filan araba. Onlar Merter’e gidiyor. Ooo dedim, nefis. Bunlarla bir muhabbet kurarsın, Cuma akşamı, adamlar 2 saat yol uzatıp annemlerin kapısında bıraktılar beni yine. Yolda bir de durup çiçek aldılar. Vallahi sarkmadılar. Anneme verdim, "sana çiçek aldım" diye. "İtiraf ediyorum anne. O çiçekleri adamlar aldı!"

Bizim bir de meşhur Vahap amcamız oldu. Bir gece otostop vesilesiyle tanıştık. Olc, ben ve Ceycey. Bizi gece Taksim’de bir night club’a götürdü Vahap amca:) Girdiğimiz ilk ve son night club’ta odur. Muhabbete o kadar doyamadı ki; ertesi gün bizi okuldan aldı, aile evlerimize dağıttı. Önce Ceycey G.O.Paşa. Sonra beni Avcılar’a. İşin trajikomik yanı, bizden sonraki akşam o night club’ta kavga çıkması ve kapıdaki bodyguard’ın öldürülmüş olması. Diyorum ya, bilinmez güçler bizi koruyor.

Bi kere de travestilerin arabaya bindim. Bunlar ama Etiler’de oturan, zengin manitalı travestiler. Bana işin rajonunu derinlemesine anlatmışlardı. Nasıl zengin adam bulunur filan. Beni evlerine de çağırmışlardı; gitsem ya arada… yakınlar da. Şu yol-yordam meselesini pek kavrayamamışım belli ki.

Bir kere bindiğim araba kaza yaptı. Hafif bir yokuştan tırmanıyoruz. Önde arabadaki kokoş kadın geri geri kayarak, geldi bize çaptı. İndi arabadan bir de bağırıyor. “Polis gelsin. Suçlu sensin”. Çocuk dedi ki: “Sus kadın, ben trafik polisiyim”. Bizim polisin davudi bir sesi var; Adana’lıymış bir de. Böyle ses az bulunur. Hemşoya teşekkür ettim, dağıldık. Çok komik hikayedir bu, dinleyin. Bu olayın üstünden 3-4 yıl geçti. B at B’de oturuyorum. Bir çocuk geldi. Sesini duydum, tanıdık. Hemen olayı hatırladım. “Aaaa dedim ben seni tanıyorum. Bak yıllar önce şöyle şöyle bir olay gelmişti başımıza”. Dedi ki; “Yok o ben değilim. Ama olayı biliyorum. O benim ev arkadaşımdır. Ben de polisim”. Bir ses bu kadar mı benzer, yani; hem oha, hem çüş! Geçen yıl yine çekmişler benim arabayı. Oflama püfleye söylene gittim arabayı çekmeye. Ağlayınca cezayı iptal ediyorlar; o yüzden ağlamaya da hazır sayılırım. Bi baktım, bizimki. O ceza iptal edildi; çay içerek ayrıldım:)

Peki peki sizce maksium kaç kişi birlikte otostop çekebilir? Ben 20 kişi ile tek araca binmiş biriyim (gerçi okurlarımın çoğu da o taşıta binmişti). Fethiye’ye tur götürdük, bir bahar bayramı. Ölüdeniz’e gitmeye çalışıyoruz grup olarak. Kamyonumsu bişey durdu; atladık hep birlikte kasasına. Şarkılar söyleye, oynaya gittik. (Aynı günün ilerleyen saatlerinde, tarihimdeki ilk motosiklet kazamı da gerçekleştirdim. Otopark’ta duran arabalara çarptım. Otopark görevlisinin yardımıyla kaçtım. Ama ama fakir bir öğrenciydim ben. Vallahi param olsa verirdim).

En eğlendiğim olaylardan biri, he he, güney kampüs otoparkında otostop çektiğim halde beni arabaya almayan sosyete kantin kızının arabasının yokuşun ortasında bozulmasıdır. Ettiğim bir bedduanın başka da tuttuğu görülmemiştir. Göz göze geliş anımız vardır ki, hatırlayıp 3-5 yıl güldüm.

Bir de Yonca’yı çok eğlendiren bir olayım var. Trafik sebebiyle durmuş olan arabaya bindim, oturdum. Adamlar dumur, Yonca dumur, ben dumur. İnmedik haliyle; paşa paşa devam ettik yola. Yonca'da bindi sonra:)

Otostop çekerken araç ayırt etmedim hiç. Kamyona bindim (vallahi uzun yol şoförleri çok muhabbet, tavsiye ederim), kamyonete bindim, en cancanından en garibanına her çeşit arabaya bindim, motora bindim (Son motor vakamı Oğuz anlatsın, hala olayın şokunu atlatamamıştır), neredeyse bi kere bisiklete bile binecektim:)

Yazarım belki ara ara… Otostop anıları bitmez vallahi.

19 Nisan, 2006

kaşıntı

Tanıdığım herkesin ama herkesin hayatında radikal değişiklikler oldu oluyor bu günlerde. Kendimi emekli teyzeler gibi hissediyorum. Ununu elemiş, eleğini asmış gibi. Hiçbir şey olmuyor. Sadece hep yapılması gerekenler var. Bir de kafamdaki anlamsız çarpışmalar.

Birileri geliyor, gidiyor. İnsanlar akıyor hayatımdan. Onların sorunları, onların yaşam kavgaları, onların hayalleri/hayal kırıklıkları. Birileri yaşıyor sanki, ben hep seyirci.

Ben ne zaman bu kadar seyirci oldum hayata? Neden müdahala edemedim duruma? Her zaman, tarafımdan yapılması gerekenler belirliyor gündemimi ve akacağım yönü.

Dünya seyahatine çıkmak istedim hep. Neden bekliyorum, neden korkuyorum, neden sürekli erteliyorum, neden sürekli "kaşınma Özlem" diyorum kendime? "Kaşınma Özlem, kaşınma!"

Kaşınıyorum.
Sanki herkes yaşıyor; sanki ben sadece seyrediyorum.
Kaşınıyorum.

Kaşır mı hayat beni?

17 Nisan, 2006

otobüs vukuatları

Anlatırken milleti yaran otobüs vukuatlarım vardır. Bakalım yazınca da komikliğini koruyacak mı olaylar?

Vukuat 1:
Adana-İstanbul hattı. Yaşım 5-6 filan. Bir yerde mola verilmiş. Annem, ablam, ben otobüsteyiz. Otobüste bizden başka 3-5 kişi ya var, ya yok. Genç bir adam bindi otobüse. Otobüs aniden hareket etti, ana yola doğru çıktık.

Ön koltukta oturan yaşlı adam: “Evladım, nereye gidiyoruz?”
Genç adam: “Sizi Allah adına savaşmaya götürüyorum.”

Kaçırılan otobüsümüz, otobüs kullanmakta acemi şoförümüzün kabiliyetsizliği nedeniyle birkaç yüz metre sonra tekledi. Arkadan yetişenler sağlam bir dayak attılar genç adama. Ortaya çıktı ki sonradan, bizimki akıl hastanesinden kaçmış.

Vukuat 2:
İstanbul-Adana hattı. Ortaokuldayım. Annemler galiba Adana’da tatilde. Ben onların yanına gidiyorum.

Gecenin bir yarısı… Neredeyse şoför bile uyuyor; bir ben uyanık. Şiddetle ve aciliyetle molaya ihtiyacım var. Bir saat geçti, iki saat geçti. O yıllarda öyle tuvalet filan yok otobüste. Mola verilmiyor bir türlü. Çıldıracağım. Tuz Gölü’nün yanından geçiyoruz. Ağlıyorum acıdan. Yok vallahi öleceğim. Dayan dayan, bir yere kadar.

Ölmemek için o otobüste, çok fena bir şey yaptım. Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim:)

Vukuat 3:
Adana-İstanbul hattı, üniversitedeyim. Ablamı ziyaret etmişim, dönüyorum.

Gebze civarlarında yolumuz kesildi. Otobüsteki tüm erkekler, bir de ben aşağıya indirildik. Ellerinde kalaşnikof taşıyan en az 10-12 görevli (asker mi, jandarma mı, bilmem ki ben bu işleri). Kadınlar ve çocuklar camlarda. Bizi yüz üstü yatırdılar yere. Ben durumdan o derece memnunum ki (Yaşasın! Anlatacak bir olay gelmekte başıma), durumumun abukluğu görevlilerin dikkatini çekti, beni kenara ayırdılar ve çömerek oturmamı buyurdular.

Hala merak ederim; neden tek kadın ben?

Vukuat 4:
Atlanta-Boston / Boston-Atlanta hattı. Sene 96.

Toplamı 48 saat süren Greyhound seyahatimin her dakikasında ayrı bir olay yaşadım. Molalarda elime tutuşturulan “call me” kartları mı istersiniz, babası BÜ rektörünün kankası olduğu için bizim okulda kalmış yol arkadaşı mı, kucağında koca bir ağaç taşıyan zenci teyzemle bitkiler alemi hakkında beyin iğfalli sohbetler mi… Ne aranırsa vardı bu seyahette. Zenci bir amcanın kucağında uyandığımı hatırlıyorum bir de.

Vukuat 5:
Geçmişte sadece zenci amcanın kucağına düşmüş olsam iyi. Taksim-Hisarüstü hattı. Sene 93. “Uyurken öte tarafa geçip, sonra bi daha dünyaya dönüyorum” diyorum ya, vallahi yalan değil.

Uykusuz birkaç gecenin ardından bindiğim halk otobüsünde en arka köşeye oturdum. Otobüsün kalkışını hatırlamayacak kadar hızla geçmişim öte dünyaya. Zincirlikuyu civarında boynumda bir ağrıyla uyandığımda, baktım birinin göğsünde yatıyorum. Oğlan 25-30 yaşlarında, Çalıkuşu’nun Kamuran’ına (K. Kalav) benziyor, ince bıyıklı. Bir güzel atmış kolunu, ben de yerleşmişim hiç kasmadan. Yardım sever genç adama karşı mahcubiyetten öleceğim.

Özlem: “Yaa çok özür dilerim”
Kamuran: “Aman canım, lafımı olur. Çok derin uyuyordunuz. Rahat edin diye kolumu atayım dedim”
Özlem: “Çok çok çok özür dilerim. Yani vallahi çok özür dilerim. Çok üzgünüm”
Kamuran: “Aşkolsun yani, üzülmeyin canım. Çok güzel uyuyorsunuz”
Özlem: “Neyse işte, özür dilerim. Çekseniz artık kolunuzu”
Kamuran: “Sizi rahat ettirmek benim görevim. Ne kadar tatlısınız”
Özlem: “Nasıl yani?!?”
Kamuran: “Yani o kadar tatlısınız ki, sizi İstiklal’den beri takip ediyorum. Siz bu otobüse bindiğiniz için peşinizden ben de bindim. Sakın yanlış anlamayın, bakın ben Mecidiyeköy postanesinde memurum. Kazancım fena değil. Niyetim ciddi”
Özlem: “Hönk!!!”

Vukuat 6:
NYC-WDC hattı, sene maalesef 2006:) Yonç, Oğuz ve ben olarak New York tatilinin ardından DC’ye geçmekteyiz. Açlıktan öleceğiz. 10 dk ihtiyaç molası verildi, koşarak daldık Burger King’e. Yonç salata kaptı, biz hamburger patates peşindeyiz. 10 dk oldu, 15 dk… Bizim yemekler henüz yok.

Oğuz: “Yonca, sen önden git. Bizi unutmasınlar”.

Arkalardaki yerimize oturan Yonca, otobüs hareket edince paniğe kapılır ve bağırır.

Yonca: Waitttt! My friends are coming…
Şoför: I said 10 minutes. I can’t wait.

Şoför istifini bozmaz, duran otobüs yeniden hareketlenir.

Yonca: STOPPPP !!!!
Şoför: I said, 10 minutes. TEN MINUTES!!!!
Yonca: NO ENGLISH. NO ENGLISH. HELP MEEE!!! MY FRIEEENDDDSSSS!!!!

Bir grup vicdan sahibi Yonca’ya arka çıkmış. Otobüsün beklemesine karar verilmiş sonunda. Biz otobüse elimizde kokan patetes, hamburger ve cola menüsü ile mutlu mutlu bindiğimizde, Çinli şoförün kaşı gözü oynamıştı yerinden. Saatini gösterip bir yandan da bağırıyor: “I said, 10 minutes”.

Bizim memlekette molalar biraz uzun sürer. Bi de otobüste köfte yemek adettendir. Ne bağırıyon? Hayret bişey yani:)


Aysudak'ın akıl ettiği üzere otostop anılarını da yazmamak olmaz. İlerleyen günlerde inşallah.

14 Nisan, 2006

kok salmak

Hep kök salmaktan korktum ben. Aidiyet duymaya çok ihtiyaç duyanın, kök salma yeteneği, korkmaktan gelişmiyor belki de. Zihnimde bir bavul, daima açık… Her an hızla toparlanıp, yollara düşmeye hazır… Bavul hazır beklersem, yeterince sarmalanmadığımda hemen uçar giderim dedim. Kalmak ve gitmek arasındaki çarpışmalardır belki hayatımın özeti.

Sonra karar verdim kök salmaya... Zihnimdeki bavulu kapattım başarabildiğimce; kaldırdım içimdeki tozlu bir köşeye… ÖzlemPansiyon’a taşınalı 3 sene, 2 hafta olmuş. Bir gün içinde bavulumu topladım, geldim. Neredeyse hiçbir şeyi benim değildi evimin. Olsundu. Ben benim bildim. Köklenmekten korkan kadın, 50 yıllık binada kendisine bir yuva kurdu. 72 yaşındaki Sebahat teyze can yoldaşıydı bana; ben de neredeyse kimselerin yaşamadığı binada, aniden hastalanırsa yardımına koşacak umudu oldum Sebahat teyzenin…

Eve taşındığımda herşeyden önce posta kutusuna adımı yazdım, mektup yazacağından emin olduğum Orhan amcama adresimi yolladım. Sonra, yıllardır sandıklarda buruşmuş fotoğrafları derledim, albümlere yerleştirdim. Sezen çaldı bir yandan; “Alırım başımı giderim efeler gibi hey”... Ajda cevap verdi; “Bir garip yolcuyum hayat yolunda”... Yeşim Salkım tamamladı; “Hadi hazırlan, eskileri terketmeye / Hadi hazır yüreğim, yenileri farketmeye / ve kulağım ayak sesinde, biliyorum / Yola çıktım çoktan, yoktan geliyorum”… Onlar söyledi… ben uyumadım, kitaplarımı dizdim. Yataktı, yorgandı çok sonraları geldi. Yonca ile gittik, yeni eşyalar aldık.

Sebahat teyze gitti sonraları. Başka dostlarım oldu sokakta. Her gün işten dönüşte; akşamsa, köşedeki çiçekçilerle selamlaşırım. Bazen Abdullah abi’ye çay içmeye uğrarım. Geceyse (her gece, ama her gece) kapının önündeki 2 kediyi ürkütmeden içeri girmeye çalışırım. Gri olan hep kaçar. Beneklisi ise benim gibi, her an kaçmaya hazır. Kaçmaz ama hiç. Onun üstünden atlarım.

Ev sahibim mesaj atmış bugün:
- "Senin oturduğun daireyle ilgili boşaltılıyor söylentisi varmış mahallede ve emlakçılarda. Bir planın var mı sorayım dedim."

Dedim ki ona:
- "Arada ülkeyi, şehri, tüm hayatımı filan terketmeyi düşündüğüm anlar oluyorsa da, evimi terketmemek için diğerlerinden de vazgeçiyorum."

ÖzlemPansiyon’u anılar yuva yaptı. Yetmedi, o yuvada yaşananları çoğaltmak için, burada da kendime bir şube açtım.

Gitmek de bir, kalmak da... Belki. Mutlu'nun dediği gibi; Bu şehir, bu ev, ait hissettiğim her şey, bana şimdilik "Kal" diyor. Kalıyorum.

Olcay 2 Mayıs’ta Kanada yolcusu. İçimde bir özlem kabardı ki şimdiden, sanırsınız benim bavul yollara düştü.

07 Nisan, 2006

kevaşeker


Bugün ismiyle geldi Kevaşeker. Henüz göbek bağı bile düşmemiş. Çok minik, çok korunmasız, çok şeker. Şairden selam getirdim dedi. Buyur ettik, açtık kapımızı.

Kevaşeker hatırlattı; geçmiş hayvanlarım düştü aklıma.

Küçükken gönül bağı kuracak kadar uzun süre takıldığım bir hayvanım olmadı. Ama sokak çocuklarıydık biz, tüm hayvanlar bizimdi...

Uğur böceklerim vardı; su üstüne yaprak koyar, sal yapardım onlara.

Kara sineklerin kanatlarını kopardım ve onlara iğne soktum (Çok pişmanım!)

Sonra bir ara ipek böceklerim oldu; nefret ederim ben her tip böcekten. Her nasılsa o yıllarda bunları böcekten saymadım, neredeyse koynumda yatırdım. Dut yaprakları toplamaya çıkardım yesinler diye, malum bisikletimle... Büyüdüler, koza yaptılar, sonra dünyanın en çirkin kelebekleri olup uçup gittiler.

Minik sokak kedileriyle çok oynadım. Onları kırık bir bebek beşiğinde saatlerce sallamak bilmem ki hangi çarpık fikrin sonucu?

Koyunum vardı: Kontes. 11 gün çayırlarda birlikte koşturduktan sonra, bayram geldi, kestiler koyunumu. Kaç gün ağladığımı hatırlamıyorum.

Ergenlik dönemimde erkeklerle takıldım:)

BÜ'deyken bir ara yurtta tavşan besledik, adı Pezovenk. Aptal tavşan yaratığı, meğerse ilk kakasını yaptığı yeri tuvalet bellermiş. O yer benim yatağımdı. "Bundan yahni yapıcaaaaamm" diye bağırdığım gün, odaya getiren arkadaş sessizce götürdü onu. Hatırası bende uzun süre saklı kaldı tavşanın. Aylarca, tüm uğraşlarıma rağmen, gübrelerle uyudum.

Sonra bir ara bizim odada ördek besledik. Ayşe'miydi neydi adı? Galiba onu da bi kedi kaptı.

Bi de hemster sevmiştim, ismi Gece. Kontes'ten sonra en çok ona üzüldüm. Bir gece kendi kendine ölmüş evde; şişmiş minik bedenini bulduk kafesinde.

Sonra balıklarım vardı. Dokunmadığım şeyi sevemiyorum ben.

En çok atları sevdim.
Belki bir gün anlatırım size atlarla yaşadıklarımı...

02 Nisan, 2006

iznik gölünde bir huzur günü


Toplam 8 kişiyiz. 2 arabaya doluştuk. Benim arabaya uyuzlar, diğer arabaya enteller oturdu. Daha otoparktan bile çıkmamıştık ki;

Yonca: Yavaş sür. Ölmekten değil, sakat kalmaktan korkuyorum.
Özlem: İn aşağı Yonca, çekemem vallahi yol boyu mızırtını.

(Yonç, dünyanın en kötü şoförüdür. Hem çok korkaktır. Körüklü bir otobüsün korna çalarak bizi TEM’de sollaması size bir fikir versin. Hem de gaza sabit bir şekilde basamaz, 5 dk sonra mideniz ağzınıza gelir. 20 saatte aldığımız bir Bodrum yolculuğu var ki Olc, Ali ve ben 3 günde kendimize zor geldik.)

Özlem: Lambaya püf de. Hoh deme püf de. Dı dıd dı dıd dıd (Kurban'a eşlik mahiyetinde)
Yonca: Kısar mısın sesini, başım ağrıdı.

Yakalarsam öperimden başka bir poz çektirmeye azimli, kastım durdum masum bir poz yakalatmak için. Göl kenarında;
Özlem: Dur şöyle kafamı salıncağın zincirine dayanayım. Bi hülyalı hülyalı bakayım.
Şahin: Olacak sanki, eveeet… Şöyle uzaklara bak…
Özlem: Ya iğğreenç, olmamış dedim!

Resmimi görememekten anlayın işte. Kaşım dursa, gözüm oynuyor.

İznik'te müzenin kapısında;
Yonca: Ben gezmiştim bu müzeyi. Bir daha girmeme gerek yok (İlkokul’da gezi düzenlenmiş. Gezdim dediği milattan önce).

Girilen bir çini dükkanında;
Oğuz: Şunu anneme al Yonca (Kaynana yani).
Şahin: Kaplumbağa terbiyecisi aldım.
Özlem: Çini nasıl yapılıyor?
Dükkan sahibi: Bir çini kitabı var desenler için…. (uzun uzun anlatır).
….
Yonca: Nasıl yani, bir saatir içerdesin, bi şey almadın mı?
Özlem: Yok ben, ustayla muhabbetledim. Çini nasıl yapılıyor öğrendim. Çini sanatı yaşasın diye bir şey almak istedim ama ?!?

Ve akşam yemeğinde;
Mutlu: Güncel Türkçede “geldiydin, gittiydin” kalıbı var mıdır, yok mudur arkadaşlar? (Geçmiş bir tartışmamıza son noktayı koymak için… Kendinden emin bir ifadeyle sorar, ki belli ki atışmamızdan sonra internette konu üzerine bir araştırma da yapmıştır)
Grup: Yoktur.
Mutlu: Vardır efendim. Bi kere blog yazılarına dikkat edin; Bora ve Aslı daha geçenlerde kullandı.
Grup: Kullanılıyorsa bile cümleyi yavşatıyor. Formal bir ifade değil.
(Bu konuşma Türkçe dil bilgisindeki tüm zamanları hatırlayarak, sonradan araştırılmak üzere son buldu)

Burak: Örneğin İngilizce’de”3 elmalar aldım” deriz de neden Türkçe’de “3 elma aldım” deriz.
Şahin: Canım Türkçe’de de bunu kullanıyoruz bazen. Bakınız “3 kardeştiler”.
Özlem: Bu isim cümlesi oldu. Aynı alanda bir örnek verebilir misin?
….. araya 10 dk girer. Konu çeşit çeşit açılardan tartışılır. Konu değişir. Yemekler gelir…

Şahin elektriği bulmuş kadar sevinçle bağırır. Neredeyse ayağa kalkacak;
Şahin: “3 Silahşörler“

Grup: 4 cola, 3 diet cola, 1 gazoz.
Garson: 8 cola
Grup: Yok abi, naptın?

Grup: Bu tava mı, ızgara mı?
Garson: Bilmem.
Özlem: Sormak ister misin?

Garson: 8 cola, buyrun.
Grup: Biz 4 cola’yı alalım.

Özlem: Roka salatası rica ediyorum.
Garson: Buyrun mevsim salatanız.
Özlem: Peki:)

Sonra İstanbul dışındaki hizmet anlayışı üzerine uzun bir sohbet daha başlar.

Dönüş yolu, entel arabasının önünde;
Özlem: Ne okuyorsun?
Alkan: GO oyun taktikleri

Dönüş yolu, arabalı vapurdaki son tavla müsabakaları sırasında;
Alkan: Yani pek öyle oynayasım da yok.
Özlem: Benim de öyle. Yani seni yenesim gelmiyor.
Alkan: Aaa.. Dü şeş…
Özlem: Hani dostluk, hani sevgi.
Alkan: Mars canım, bırakalım.
Özlem: Daha neler, ben senin yerinde olsam kesinlikle bırakmazdım.

Oyun 2 mars, 2 düz galibiyetimle biter.
Özlem: Benzemez tabii bu, zencilerle Boston’da oynamaya. Sen git GO oyna.

Dönüş yolu, arabada;
Özlem: Karşıdan araba mı geliyor, gözüm görmüyor.
Yonca: Ya anneee...

Yonca: Ceteris paribus diye bir şey vardı, di mi?
Mutlu: Ben hiç duymadım. Yani fizikle filan ilgili bir şey olsa kesin bilirdim.

Allah, allah.
Yaşarken, doğanın güzelliğinden olsa gerek, huzurlu bir gün gibi gelmişti.
Yazarken yoruldum vallahi...

01 Nisan, 2006

istanbul kazan, ben kepçe

Kışın gelmesiyle yarım kalan “sokak sokak İstanbul” turuma kaldığım yerden başladım. Düştüm yine yollara... İstanbul kazan, ben kepçe...

Aşığım bu şehre. Zaman zaman veremedikleri yüzünden aşığına küskün maşuklar gibi, kapatıyorum kendimi, sırt çeviriyorum. Sevdam, ne kadar yorulsam da, dinmiyor.

Kendimden kaçak / Yarim keskin bıçak / Nerde bende o yürek / Yardan cayacak.

Evrimini tamamlayamamış ben, İstanbul’u gezerken, izimi arıyorum. Görmüş geçirmiş bu muhteşem şehrin sokaklarında yaşamın sırlarını çözmeye çalışıyorum. İstanbul’un hikayesini anlatmak şu gariban blog’un haddini fazlasıyla aşar. Sadece umuyorum ki, okuyup coşkulandığım İstanbul kitapları, gezip duygulandığım İstanbul sokakları, kiminize feyz verir.

İnsanlık tarihinin Afrika’da ortalama 7 milyon yıl önce başladığı kabul edilir. İnsanoğlu, evrimi tamamlamaya çalıştığı 5-6 milyon yıl boyunca Afrika’da takılır. Sonra Ortadoğu ve Anadolu üzerinden, Asya ve Avrupa’ya yayılmaya başlar. İnsanın Avrupa’ya 500.000 yıl önce ulaştığı kabul edilir. Bunun en önemli kanıtlarından biri, Küçükçekmece Gölü’nün kuzeyindeki Yarımburgaz mağarası. 400.000 yıllık bir geçmişi olduğu hesaplanıyor. Avrupa ve yakındoğunun bilinen en eski yerleşim merkezlerinden biri (Ziyarete açık mı bilmiyorum; sanırım arkeolojik incelemeler devam ediyor. Yakın gelecekte bir ziyaret planlıyorum).

Kaynaklar buzul çağında Marmara Denizi ve Karadeniz’in göl, boğazların vadi olduğunu yazıyor. MÖ 6000’li yıllarda deniz seviyesinin yükselmesi ile Çanakkale Boğazı ve Boğaziçi ortaya çıkıyor. Tarih öncesi yerleşimler Marmara Denizi’nin altında kalıyor. Hali hazırda bulunan en eski yerleşim bölgeleri MÖ 6000 Pendik ve MÖ 4000 tarihi yarımada.

İstanbul ile ilgili kaynaklar genellikle şehrin hikayesini, MÖ 675 yılında Boğaziçi’nde Kalkedon’da (Kadıköy) ilk Yunan kolonisinin kurulması ile anlatmaya başlıyor. Byzantine ise Halkidon’dan 17 yıl sonra kurulur (Sarayburnu’ndaki akropoliste).

Rivayete göre, Megaralılar yeni bir şehir kurmak ister ve şehrin yerini bir kahine başvururlar. Kahin şehri körler memleketinin karşısına kurmalarını öğütler. Kuzeye doğru dolana dolana giden Megaralılar Sarayburnu’na gelince, uzaktan Kalkedon’u görürler. Bulundukları yerin güzelliğine o kadar hayran olurlar ki, Kalkedonyalıların kör olduğuna karar verirler.

MÖ 658-MS 196: Yunan şehir devleti Byzantion
İstanbul’un ilk adı Byzas’tır (Megara kralı’nın adı). Sonra Bizans şehri anlamına gelen Byzantion (Byzantium) ismiyle anılır.

196-330: Roma’nın Byzantion’u
Romalı Semtimus Severius tarafından bir Roma kentine dönüştürülür.

330-1453: Constantinople, Roma İmparatorluğu başkenti
O yıllarda Roma İmparatorluğu paylaşılmış ve birkaç hükümdar tarafından yönetilmektedir. İktidar savaşlarında Byzantion ve Kalkedon Konstantin’e kapılarını açar. Konstantin’in sahneye çıkışıyla Roma yeniden tek hükümdarlı bir imparatorluğa dönüşür. O tarihten sonra şehre Konstantin’in şehri anlamına gelen Constantinople (Konstantinapolis) ismi verilir. İmparatorluğun başkenti Roma’dan İstanbul’a taşınır (Hatırladığım kadarıyla Konstantin önce Troy’u imparatorluk başkenti yapmayı düşünmüş; çünkü Romalıların soyunun Troy’a dayandığına dair bir inanç varmış).

1453: İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu başkenti
Bu tarihten sonrasını da bilin artık:)

(Konuyla ilgili şiddetle önereceğim kitaplar: Saltanat Şehri İstanbul, Korkunç Türk, Anıtsal İstanbul, İstanbul Gezi Rehberi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul’dan Sayfalar, Strolling Through Istanbul, Ne Demek İstanbul; Bebek Niye Bebek?)

Bu girizgahtan sonra…
Bugünlük yolum üzerindeki mekanlar: Haliç, Tekfur sarayı ve Kariye Müzesi (Ben susuyorum, resimler konuşsun artık).

haliç


Bilgi için:
http://www.istanbul.gov.tr/Default.aspx?pid=352

tekfur sarayı


Yıllarca nasıl geçtim yanından, farketmeden (E5 üzerinden geçerken surların arasında görünüyor)...

Günümüzde Topkapı Sarayı'nda sergilenen Kaşıkçı Elması'nın Tekfur Sarayı harabeleri arasında bulunduğu rivayet edilir.

Bugün yine ziyaret ettim, huzurlandım.
Tadilattaymış, girişi yasakmış. Pöh !.. Hem turistim, hem okuruma karşı sorumluluğum var. Zorla girdim içeriye; yaka paça atıldım. Elde en azından bu resim kaldı:)


Bilgi için:
http://www.istanbul.gov.tr/Default.aspx?pid=316

kariye müzesi




Kariye Müzesi Ayvansaray'da (Balat-Fatih arasında), geçen yıl tesadüfen keşfettiğimde bir hazine bulmuş gibi sevindim. Bu bölgeye bir Özlem Pansiyon fena yakışır.

Bugün müzenin hemen önündeki cafe'de garsonlar "Gazeteci misiniz?" diye sordular:) Bi nevi gazeteciyim ben, değil mi?

Bilgi için:
http://www.istanbul.gov.tr/Default.aspx?pid=315