25 Mayıs, 2011

seyahat etmek için 10 harika bahane (6)

Bilmem hatırlar mısınız, geçen yıl başladığım bir yazı dizisi vardı: "Neden Seyahat Etmeli?". Sebeplere kaldığımız yerden devam etmek için güzel bir zaman.

Genç Gezginler Seyahat Bursu'11 başvuruları için kaldı 7 gün!

Son birkaç yıldır seyahatlerimdeki yol arkadaşlarımdan biri, Türkiye'nin en değerli psikiyatri hocalarından biri, Olcay Bey. Benim gibi 'insanı anlama' konusunda doymaz bir iştah ve ihtiyaçla dolu bir kişi için, onunla seyahatin güzelliklerini siz şimdi hayal edin.

İlk ondan duydum ben Maslow'un insanları 'akıl hastası', 'normal' ve 'sağlıklı' olarak ayırdığını...

'Normal' insanlar (elbetteki toplumun çoğunluğunu oluşturuyorlar); toplumsal deneyime ikna olmuş, toplum norm ve davranışlarını kabullenmiş, hayatlarını mecbur kalmadıkça güvenli sularda geçirmeyi tercih edenler. Toplumsal stabilitenin sağlanması belki de bu grubun çoğunluğu oluşturması sayesindedir.

'Sağlıklı' olan grup ise; kendi gerçeğiyle yüzleşmiş, seçmek istediği yol riskler içerse bile o yoldan gidebilecek, o yolun sorumluluğunu alabilecek kişilerden oluşuyor. Dünyada bir şey değişiyorsa, bu sağlıklı azınlık nedeniyle değişiyor. Toplumsal deneyimler ise bu insanların deneysel girişimleriyle zenginleşiyor.

Ergenlikle mücadele ettiğim onlu yaşlarımı sürekli dalgalanarak ve 'bende mental bir sorun mu var?' endişeleriyle geçirdim. Yirmili yaşlarımı topluma fazla gelebilecek reaktif/deneysel davranışlar ve arayışlar ile... Mücadeleden yoruldum, örselendim ve sonunda bu dönemi 'Normal olmam lazım!' kararına bağlayarak bitirdim. Allah biliyor, normal olmayı denediğimi:) Otuzlu yaşlarım, Zanzibarlılar'ın deyişiyle 'Hakuna Matata!' dönemidir; normallikten bayıldığım, kendimi yollara vurduğum ve sonunda durulduğum...

Maslow'un tanımını duyduğumda acayip sevinmiştim; çünkü hayatımda ilk defa beğendiğim bir sınıfa koyabilecektim kendimi: "Sağlıklı"! :)

Gezgin her geçtiği coğrafyada 'normal'in ayrı bir tanımı olduğunu öğrenir. Her ülkenin ayrı bir iklimi, her halkın kendine has değerleri ve kişilik yapısı olduğunu keşfeder. Her ceketin, her insana uymayacağını görür. Kendini tanır, ihtiyaçlarıyla yüzleşir. Yaşamın kendisine sunduklarının suçunu, yaşama atmaz gezgin. İhtiyaçları karşılamak için yaşam becerileri geliştirmek zorunda olduğunu farkeder. Kendi yolunu yaratır, o yolda dimdik durmanın zevkine varır. Seçtiği yolu, ödeyeceği bedellerin bilinciyle yürür. Yolun sonunda ulaştığı şeyi kucaklar gezgin. Spor, doğru beslenme, düzenli hayat vs beden sağlığını korur belki ama yolculuk süreci, bundan daha fazlasını sunar yolcuya.

Sağlıklı yaşam uzman reçetelerine girme önerisiyle, iddiamı özetliyorum:)
Seyahat, insanı sağlığına kavuşturur!

09 Mayıs, 2011

seyahat bursu süreci nasıl gidiyor?

Genç Gezginler Seyahat Bursu'na, bu yıl da, Hürriyet Seyahat (Serhan Yediğ'in emekleri ödenmez!) ve gezgin dostlardan destekler gelmeye başladı!

Yine bir öğrenciye burs verme düşüncesiyle yola çıkmıştım; daha duyuruyu bile yapmadan Timur Bey ve Aylak İlsu, duyuruyu yapar yapmaz da Arzu Ortaç, GGSB-2010'un finalistlerinden (hala öğrenci olan) Mustafa Özdemir ve taze mezun Dilan İkizoğlu 'biz de varız' diye mesaj attılar. Sonra, Hürriyet Seyahat'ten güzel haber geldi. Aynen geçen yıl olduğu gibi bir genç gezgine de onlar burs verecekti!

Böylece, sanki 3 öğrencilik kaynağa şimdiden ulaştık gibi:)

Ümit Orhan, Özgün Uçar, Uğurcan, Övgü Yağız, ekşi sözlük yazarları... Yolcunun özlemini anlayan ve doğru kulaklara GGSB'yi fısıldayan dostlardan bazılarıydı.

Destekçi sayısı günden güne artarken, bursa başvuran aday sayısı henüz parmakla sayılacak seviyede! Ya gençler başvuru için son geceyi bekliyor, ya bahar çarptı- gençlik sevgili derdine düştü, ya da bu ülkenin artık seyahat bursuna ihtiyacı kalmadı. Öyleyse seneye burs vermeyiz, paraları çatır çatır kendimiz yeriz. Sanki bize gidecek yol yok:)

06 Mayıs, 2011

1996 atlanta olimpiyatları, tarihimde altın bir sayfa

Yurt dışına ikinci çıkışım, bu sefer 1996 yazında, yine ABD’ye oldu. Babamı ‘İngilizcemi geliştiricem’ diyerek kandırmayı başardım; yanımda 500$, Georgia Tech’te okuyan arkadaşım Eda’da kalmak üzere düştüm Atlanta yollarına...

Bu macera ilkinden çok farklıydı; pasaport kontrolünden ilk kez tek başıma geçecek, havaalanlarında ilk kez tek başıma aktarmalar yapacak, ilk kez memleketin denizi dışında bir suya (bkn yukarıdaki fotoğraf; Florida, Meksika Körfezi) ayağımı sokacak, ilk kez arkadaşlarım ile North Carolina ormanlarında çadır kuracak (“Mayday, mayday. Kamyonetimiz batağa saplandı”. Selim’in kulakları çınlasın!), ilk kez bir Amerikan kasabasında otostop çekmek zorunda kalacak, ilk kez tek başıma Greyhound otobüsleri ile ülkeyi bir boydan bir boya geçecek (‘bekle Eylo, geliyorum’), ilk kez tanımadığım bir insanın evinde konaklayacak (CouchSurfing o vakitler yoktu belki ama öğrenci gezginin halinden anlayan Bostonlu Oben’ler vardı), ilk kez buram buram sıla hasreti çekecek (Atlanta, Buckhead’de Eda’yla az mı bağır çağır söyledik: ‘Zalliim, senin Allah’ın yok mu?’ Neden memleketin arabesk şarkıları memleket hasretine iyi gelir?) ve ilk kez Özlem’i masaya yatıracaktım. Kimdim ben? Sınırlarım, hayallerim, değerlerim, anlam yüklediklerim, olmazsa olmaz dediklerim neydi?

Hayatımın dönüm noktalarından biri olması dışında, o Amerika seyahati, ömrüm boyunca unutmayacağım bir deneyimi daha yaşamama vesile oldu: 1996 Atlanta Olimpiyatları!



Bu gözler Cep Herkülü Naim’in altın madalyayı silkmesini, koparmasını izledi. Bu kollar boynuna sarıldı. Bu dudaklar yanacıklarından öptü (Affetmem!:P).

Naim Süleymanoğlu, Halil Mutlu, Hamza Yerlikaya, Mahmut Demir... Atlanta Olimpiyatları’nda altın madalya kazanan sporcularımız oldular. Başarılarını; 2004 Olimpiyat Oyunları’na aday şehirlerden olan İstanbul’un lobicilik faaliyetlerini yürütmek üzere kurulan Türk Evi’nde düzenlenen bir resepsiyonla, -sporcular, ulusal/yabancı basın, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Bşk. Togay Bayatlı, diğer komite çalışanları, Türk vatandaşlar - hep birlikte kutladık. Tarihi bir olaya tanıklık ediyordum ben!

Dünya televizyonlarına röportajlar verdik (Tokyo’da yaşayan bir arkadaşım beni Japon kanalında izlemiş valla:)). Türk holigonu gibi göründüğümüz fotoğraflar Business Week Dergisi’nde, Hürriyet’te yayınlandı (Ay-yıldıza boyalı yüzümü gören BÜ’deki solcu arkadaşların bir kısmı, yurda döndüğümde beni faşist olmakla suçlamıştı. Çin’i mi desteklemem münasipti, hala anlamam:)).

Aynı resepsiyonda, dönemin Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı Juan Antonio Samaranch da davetlilerden biriydi. Dilim döndüğünce ve aklım yettiğince, neden 2004 Olimpiyatları’nın İstanbul’da düzenlenmesi gerektiğini anlattım. "Let's meet where the continents meet" filan dedim... Sonucu biliyoruz:) Memlekete borcum olsun! (Şu hayattan göçmeden gerçekleşmesini düşlediğim şeylerden biri, hala, Türkiye’nin bir olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapmasıdır. Böylesi bir olaya katkı sağlamam mümkün mü, elbette henüz hiç fikrim yok. Ama para kazanma derdim azaldığında, kendimi bu ülke için doğruluğuna inandığım projelere adamak istiyorum. Kısaca, hayallerim büyük:))

Her insanın hayatında rüzgarı arkasına aldığı dönemler vardır.

Naim kürsüde altın madalyasını gözlerimize bakıp öperken mi rüzgarı ardıma aldım?

Gidiş-dönüş toplam 48 saat süren Greyhound yolculuğundan sağ salim çıktığımda mı?

Au Bon Pain Cafe'de Harvard öğrencilerini masama davet edecek özgüveni bulduğumda mı?

Sokakta tanıştığım şairlerin davetiyle katıldığım şiir gecesinde, barı doldurmuş Amerikalılara ezberimden Türkçe şiirler okuduğumda mı?

1996 senesi... Amerika Birleşik Devletleri'nin Georgia, Florida, Güney ve Kuzey Carolina, New York, Massachusetts gibi eyaletlerinden geçtiğim 3 aylık bir macera...

Kesinlikle kişisel tarihimde kayda değer bir sayfa idi.

amsterdam'da bir bot ev!

Alt tarafı bir bot ev, ne kadar heyecan verici olabilir ki? Cevap veriyorum, oldukça!! Nedense kanal üstündeki bir bot evde 4-5 gün yaşama fikri, beni şu an çok motive ediyor. Bot ev, bot ev, bot ev!! Söylerken bile mutlu oluyorum:)


Bayram tatilini fırsat bilip, 14 yıl sonra Amsterdam'a yeniden gidiyorum. Kanada'dan Alex ve Almanya'dan Rifi ile büyük bir buluşma gerçekleşecek. Bot evimiz batmaz, birimiz kanala uçmazsak, size canlı canlı ileteceğim maceraları...

04 Mayıs, 2011

madison

Ayak bastığım ilk yabancı toprak Amerika Birleşik Devletleri'nin New York şehrinde yer alan, JFK Havaalanı oldu (Sene 1994). Uçaktan inince tuvalete gittiğimi, tuvaletteki sifonu bir türlü bulamadığımı ve utanarak dışarı çıktığımı, sonra el yıkamak için lavaboya gittiğimi, bu sefer de bir türlü musluğu çalıştırmayı başaramadığımı hatırlıyorum.

O yıllarda Türkiye'de sensörlü (yoksa fotosel mi deniyordu bunlara?) tuvaletler/musluklar yoktu, vardıysa da benim içinde bulunduğum sosyal sınıfa henüz inmemişti (yurdumdaki tek alışveriş merkezinin Galleria olduğu vakitlerden bahsediyorum). Ne zaman ki yanıma bir insan geldi, elini musluğa uzattı, mucize gibi bulduğum bir an yaşandı: Su aktı!

Wisconsin eyaletinin başkenti olan sevimli bir üniversite şehrinde (Madison) yaz boyunca kalacaktık. Babam üniversitede bir araştırma görevi ayarlamıştı. Benzer şekilde yaz için yurt dışına araştırmaya giden Amerikalı profesörün evini kiralamıştık.

Kendimizi bahçesine çiçekler dikilmiş, sokağında çocukların paten kaydığı, sakin bir Amerikan mahallesinde yaşarken bulduk. Mütevazi, güler yüzlü, hayat kavgası bizimkinden bambaşka, gezegenin kalanı üzerine en ufak fikri ve ilgisi olmayan insanların arasındaydık.


Hayatın ritmi, akışı ve oyuncuları değişikti. Wisconsin Üniversitesi öğrencileri gündüzleri gölde yelken kullanıyor, Cuma akşamları kampüste partiler, konserler oluyordu. Çarşamba günleri içinde 90 yaşında insanların olduğu bir bando sokak sokak dolaşıyor, mahalleye bir hareket yaşatıyordu. O yaştaki insanların yaşamın içine karıştığını, ben ilk kez Madison'da gördüm.


Yan komşumuz bana bir bisiklet, henüz ilkokulda okuyan kardeşime de bir paten vermişti. Bir koca yazı, iki kardeş, gündüzleri teker üstünde bilmediğimiz bir şehri keşfederek, geceleri film izleyip, pizza yiyerek geçirdik.


Durgun, dingin, kendi halinde bir hayattı. Nedense bugün Madison'u özledim.

gezegenin dört yanında!

Seyahat bursunun hayatıma bunca güzel genç katacağını hiç hesaplamamıştım. Dünyanın dört köşesine, Pansiyon'u taşımalarını da ummamıştım. Sayelerinde totomu kaldırmadan, dünyayı dolaşıyorum:)


Güney Amerika'da maceradan maceraya koşan 'Kıyısız' Feyyaz, Bolivya'dan selamlıyor bizi.

Benim de seyahat perhizimin bitmesi uygundur artık. Yollar bana, ben yollara hasret... Olmuyor böyle.