07 Aralık, 2009

herkes papara yer, biz papaya yedik*

by Berk Burgu

Benim gibi bloğa yazı yazma konusunda kifayetsizliği kanıtlanmış bir adama Özlem’in bu görevi vermesi doğrusu iyi cesaret!

Türkiye’nin doğu sınırını ilk geçişim. Sri Lanka’ya 4 günlük bayram tatilinde gittiğimizi duyan herkeste aynı yüz ifadesi ve kısa bir sessizlik oldu. Benim gibi bir kalıp cümleyi kaydedip sonra banttan yayın yapan biri için bu seferki altın cümle “Dubai aktarmalı 4+ 4; 8 saat sürüyor toplam” oldu. Gerçekten de yol hiç koymuyor. Hele Dubai havaalanında, havalı bir arkadaşınız, tarz yapıp giydiği botlarını çıkarmak istemediğinde, güvenlik görevlileri O’nu mutaassıplıktan ayaklarını gösteremiyor sanıp, yaklaşık 200 kiloluk, natır gibi bir Arap bayan güvenlik ile kabine soktuklarında, arkadaşınız 1 saniye içinde botlar elinde koşarak dışarı çıkıp paşa paşa X ray'den geçiyorsa, yolculuğun sıkıcı olma ihtimali sıfır.

Colombo’ya indiğimizde bir araç kiralamaya yöneldik önce. Kendimce yırtınarak yaptığım pazarlık sonucunda beklediğimiz süper lüks, klimalı, 7 kişilik mini van bizi almak için yanaştığında, bu ülkede kullanılan sıfat ve anatomik ölçülerin bize uymadığı kesinleşti. Çünkü etine dolgun bir kafilenin bu araca tıkışması hatta bir de valizlerini sığdırması imkansızdı. Ama biz imkansızı başardık ve kliması sadece ilk iki koltuğu azıcık serinleten araçla, Colombo şehir turu konusunda da ısrarlı olarak yola çıktık.

Colombo bitmeyen barakalardan oluşan bir kent. Pettah market, biz araba ile önünden geçerken, turist olduğumuzu anladıkları için üstümüze atlayan insanlardan dolayı biraz ürkütücü idi ve açıkçası inmeye değecek lokal bir ürün de yoktu. Koloniyal dönemden kalma 3-5 güzel bina ve lüks otellerin olduğu liman ve Galle yolundan da, arabanın içinde geçmek açıkçası yeterli idi. Otelimiz Bentota’da, yani yaklaşık 90 kilometre uzakta idi. Daha önceden bu yolculuğun yaklaşık 3 saat sürdüğünü okumuştuk ve hepimiz takır tukur bir toprak yolda hoplaya zıplaya gideceğimizi düşünüyorduk. Oysa yollar asfalttı. Nasıl oluyordu da 90 kilometrelik yol 3 saat sürüyordu? Kendinizi gerçekten size çarpmaya kilitlenmiş, parasının hakkını vermeye çalışan bıçkın gençlerin içinde bulunduğu, bir varoş lunaparkının çarpışan otolar bölümünde hayal edin. İşte böyle 3 saat. Çocukken annem arabada bana camdan kolunu kafanı falan çıkarma derdi. Ben de ‘amaaan’ derdim içimden. Sri Lanka’da el çıkarmak bir yana, kulaklarımı bile kafama yapıştırdım ki bi tarafım tıraşlanmadan tek parça halinde otele varalım.

Üç saatlik yol boyunca, göz kapakları yarı açık şoför amca bize sağın solun adlarını söylüyordu. Belli ki bir yerlerden geçiyorduk ancak her yer; insan, ev ve 50 yıl öncesinin otomotiv sanayinden kalma araçlarla doluydu. Arada ‘şehir dışı’ denecek hiçbir yerden geçemeden Bentota’ya vardık. Bu arada bizim şoför amcanın, ‘Sör, yüzümü yıkamam lazım’ diyerek arabayı kenara çekmesiyle, yapısal dediğim göz kapaklarının düşük olma durumunun, uykuya bağlı olduğunu çaktım. Neyse ki sağ salim Bentota’ya, şık otelimize vardık.
Bentota’da denizin dalgalı ve bulanık olması, biraz hayal kırıklığı olmadı değil. İlk gün yüzerken başlayan yağmur çook keyifliydi. Sıcak ama bardaktan boşanırcasına yağan tropik yağmur altında okyanus dalgaları ile bir daha ne zaman yüzeriz kimbilir.


Bu arada oradaki balıklara, börtüye, böceğe o kadar özenilmiş ki bence ondan dolayı insanlara pek güzellikten nasip kalmamış. Balıklar bu kadar mı güzel olur, yediğimiz istakozun bile kabuğu acayip güzel desenlerle kaplıydı! Denizde yüzen bir hindistan cevizinin yanında, ona saklanarak yaşamını sürdüren onlarca minik güzel tropik balık görmek bile buradaki doğaya hayranlığımı kabarttı. Peki insanlar nasıl? Valla bir tane bile şişman adam yoktu. Kendimi Teksas’da nasıl ipince bir filinta zannedip yaylana yaylana gezdiysem, burda da aksine Güliver cüceler ülkesine gelmiş gibi bir hissiyata kapıldım. Ahali bir hayli koyu tenli. Yani benim bildiğim Hintliler bunlardan bayaaa açık. Zenci değiller ama daha da açık değil yani.

Ertesi gün oraların Kıvanç Tatlıtuğ’u kıvamındaki rehberimiz Rangı ile beraber mercan resifleri olan Hikadua ve dünyanın en iyi ilk 12 plajından biri olan Unawatuna’ya gittik. Cam tabanı olan üfürükten kayığımızla gördüğümüz enfes balıklarla daha sonra beraber yüzmek, su biraz bulanık da olsa çok keyifli idi. 3 tane kalamarla baya kovalamaca oynadık. Hele tur sonunda gördüğümüz kocaman kaplumbağa en çok, yüklü bahşiş alan kaptana yaradı.

Unawatuna gerçekten güzel bir plaj. Denize girerken ayağımıza batan taş zannettiğimiz şeylerin aslında kırılmış mercan dalları olduğunu fark ettiğimiz zaman, kumların neden bu kadar beyaz olduğunu da anladık. Oranın ikoncan beach’i sayılabilecek güzelce bir yere konuşlandık. Çitle ayrılmış şezlong bölgesine geçemeyen halk, turistlere bişeyler satmak için sürekli bize bakıyor ve biz de aramızda ‘ilgilenmeyelim, göz teması kurmayalım’ diye konuşuyorduk.

Benzetme ağır olabilir ama manzara bana gerçekten, çocukken hayvanat bahçesinde kafesten elini uzatıp kuruyemiş bekleyen ve acıklı gözlerle bakan maymunları çağrıştırdı. Paranın gücünden ve kendimin o konumda olmasından rahatsızlık duydum. Tabii bu anlık düşünceler beni ve grubu yeme içmeden alıkoymadı. Zavallı kadın garson bizim çekirge sürüsü gibi yiyişimize şaşırsa da herhalde yağlı müşteri bunlar diye sevinmiştir.

Bu arada kobra dansı izledik ve yavru bir makak maymununa ve pitona celebrity muamelesi yaparak sırayla resim çekindik.
Ertesi akşam gittiğimiz kaplumbağa barınağında herhalde dünyanın en sevimli sürüngenlerini sevdik. (Hele otelimiz bahçesinde dolaşan godzilladan sonra!) Buralarda bir delicacy sayılan kaplumbağa çorbası ve yumurtaları için her boy kaplumbağa katlediliyor. Pek çok barınaksa gönüllü olarak halktan para ile bu yumurtaları satın alıp tekrar kuma gömüyor ve çıkan yavruları neredeyse her akşam denize salıyor.

Doğada her yüz yumurtadan biri yaşarken bu şekilde salınan yavrulardan yüzde 30’u canlı kalabiliyor. ‘Good karma’, oradaki adamın dediği gibi...

Bir zamanlar derelerinden yakutlar, zümrütler aktığı söylenen bu cennetin insanı fakir. Aslında bizim değer verdiğimiz şeyler onlarda az. Olanlar da tsunami ile gitmiş. Sadece varlıkları değil, esas sevdikleri gitmiş. Yol boyu denize paralel mezarlar bir dahaki tsunami gelene dek öncekini hatırlatacak binlerce minik anıt gibi.

Dönüş yolumuzun şoförü 24 yaşındaki güleryüzlü Banduka, lisede okurken sabah yedide gelen büyük dalgadan anne ve kardeşlerine sarılarak kurtulmuş. Evi ve her şeyi gitmiş. Babası da... Bu genç adam yolda hala bir tapınağın önünden geçerken dua ediyor. İsyan bilmiyor buranın insanı. Geleni kabul etmiş yıllardır; sömüreni de, tsunamiyi de... İçimden geldi, omzunu sıvazladım… Lanka, Sri Lanka, land of happiness (?)...

* Büyük Türk düşünürü Ç.Y'den (Abla Pansiyon) alıntıdır.