Uzak Asya Yollarında Yayan Yapıldak
- Necdet Şen -
Tüketim toplumu değerlerinin kıskacında sıkışmış bir adamın günün birinde "sahip olduğu" her şeyi yüzüstü bırakıp, yayan yapıldak yollara dökülüşünün öyküsünü anlatıyor bu kitap.
Her gün bir yerden göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım!
Porsuk Çayı üzerinde rengarenk köprüler yapılmış. Şadece bu basit operasyon bile Eskişehir'e Venedik, Amsterdam gibi kanallarıyla ünlü şehirlerin romantik esintilerini taşımış. Etraftaki cafeler ve o cafeleri renklendiren insanların dinamik, enerjik, özgür, yaratıcı ruhu şehiri iyice lezzetlendirmiş.
Kanal üzerinde giden bir araç var; 1 TL verip, kanal boyu yolculuk yapıyorsunuz. Biz de yaptık tabii. Hani olur ya bazen; içmeden sarhoş tuhaf bir hal, varsa 3 gıdım zeka, onu da mutluluk maymunluğu içinde kaybeder ve anlamsızca şakırsınız. Öyle bir haldeyiz; tutamıyoruz kendimizi alenen, sürekli bir taşkınlık yapma eğilimindeyiz.
İçinde çoluk çombalak yolculuk yapan 15-20 kişilik teknede şarkılar söyleyerek gülüşüp eğlenmeye devam ettik. Normalde taşarsanız ne olur, hemen birileri sınırları çiziverir. İki kınayan bakış, 3 cıkcık ediş filan. Eskişehir'i bizim için anlaşılmaz ve büyülü yapan, öyle bir sınıra denk gelmeyişimiz. Bazen bünye bir reaksiyon istiyor; iyi ama kötü, ya bizi kınayın, ya bizimle çağlayın... Ama yok, Eskişehir bu konuda ser verdi, sır vermedi. Bulaşmadı bize. Ne kapıldı ahengimize ne de çomak soktu neşemize. İnanın bana, bu çok ilginç bir hal. Bu durumun ardında anlamadığımız bir gerçek mi var, hala merak ederim.
Bir otel bulmanın artık vaktidir dedik; iyi olduğu söylenen hangi oteli arasak dolu. Sonunda yeni olduğu söylenen Albatros Otel'e yerleştik. Tüm yorgunluğumuza rağmen, eylemlerimize odada devam ettik. Nülüfer Felicita şarkısını söylüyordu son hatırladığım. Öyle uyuyakalmışız.
Uyanınca, ne zamandır yeniden karşılaşmayı beklediğim Varuna Gezgin'den Murat'ı aradım. Varuna Cafe'de buluşmak üzere sözleştik. Her yere gitmeye çalışan bir insanım ama, Eskişehir'i benim için aciller listesine koyan Murat ve Varunacılardır aslında. Kendimi yollara vurduğum 2006 senesinde, bir yandan Güney Amerika'da seyahat eder, bir yandan da blogda yazarken bir mesaj aldım Murat'tan. O ve eşi Yekta'da, Güney Amerika'ya seyahat planlıyorlardı. Böylece başladı uzaktan iletişimimiz.
Aynı dönemde Boğaziçi'nde okumuş, aynı çimenlerde şarkı söylemiş, Orta Kantin'de belki tavla oynamış, uzakları birbirimizden habersiz özlemişiz Murat'la. Ben onun tipini biliyorum, o benimkini. Yolda karşılaşsak, kesin selamlaşırdık, öylesine tanıdık yüzlerimiz. Tanıştıysak bile kaynaşmamışız, teğet geçmişiz birbirimizi. Mezun olup başka topraklarda hayata tutunma mücadelesine girişmişiz. Yollarımız, peşine düştüğümüz uzak topraklar nedeniyle yıllar sonra kesişti.
Mütevazi bir yer olduğunu sandığım Varuna Cafe, oldukça iddialı bir mekan çıktı. Cafeler zinciri hatta. Eskişehir'de sanırım 3 ayrı Varuna Cafe var. Böylesini ben İstanbul'da görmedim. Tüm Varuna Cafeler, seyahat temasına uygun ve sahiplerinin gezginliğine yakışır zenginlikle dekore edilmiş. Duvarlarda Varuna gezginlerinin çektiği fotoğraflar, ülke bayrakları, tabelalar... Her cafede çok zengin birer gezgin kütüphanesi.
Sadece Murat ve eşi Yekta gezmiyor; belki de onların çoğalttığı bir merak ve verdikleri ilhamla, Eskişehirli öğrenciler de yollara düşmüş. Anadolu Üniversitesi'nde bir gezi kulübü kurmuşlar mesela. Nasıl heyecanlandım, anlatamam. Bazen değişim bu kadar basit işte. Bir doğru model, fitili ateşlemeye yetiyor. Devrim bu değilse nedir? Hayal eden insan, hayali gerçekleştirmenin bir yolunu mutlaka buluyor.
Bir süre, Varuna Cafe'de takılıp biralarımızı içtik Nilüfer ile. Ortamdaki enerjik havayı soluduk. Yolun başındaki o öğrencilerden biri olmayı istedik. Dimağları tertemiz ve bilgiye aç. Meraklı. Heyecanlı. Umutları örselenmemiş. Hayelleri terbiye edilmemiş. Murat ile lafladık; oradan buradan, Eskişehir'den, gelecek seyahat projelerinden, öğrencilerden, yakında açacakları Cafe Del Mundo'dan (Bizim seyahatten birkaç hafta sonra açıldı). Murat ara ara ayrılıp işleriyle ilgileniyordu; Nilüfer ile biz hoppp, yola çıktığımızdan beri devam eden ve dizginlenemez modumuza tekrar dönüyorduk.
Murat tipik bir Eskişehirli. Ne ürküp kaçtı bizden, ne ayarımızı düzeltmeye uğraştı. Ne de 'yoğun' sayılabilecek coşkumuzu görüp, bir arttırmaya çalıştı. Sanki bu Eshişehirliler doğuştan gezgin; su gibi olmuşlar, akıyorlar kendi seyirlerinde...
Varuna'dan sonra, Up&Down isimli bara gittik. Şaşırtıcı bir mekan daha! Bir bölümü sakin, muhabbetlik... İç kısımda ise sahnede canlı müzik, geniş olan dans pistinde gençler zıp zıp. Gün boyu süren enerjimiz sonunda akacağı toprakları bulmuştu. Nilüfer ile sahnenin en önünde yerimizi aldık. Gayet başarılı bulduğum orkestra, Türkçe rock şarkılar çaldı tüm gece. Gençliğe ezilmedik:)
Gece 4'e doğru mekandan çıktığımızda, kapıdaki görevli bize taksi çağırdı. Gün boyu her çeşit ilginç muhabbeti yaşayıp, yine de tam çözemediğimiz Eskişehirlilere kafaya takmıştık bir kere. Konuyu taksi şoförümüz Yaşar Bey'e danışmaya karar verdik (Yan cepheden gördüğüm kadarıyla kendisi Müslüm Gürses'in küçük kardeşi).
K.K: (Bir dizi geyikten sonra) Yaşar Bey, bu Eskişehirliler bizi anlamadı. Niye böyle, siz söyleyin. Biz neyiz sizce? a) deli, b) istanbullu, c) koca kafalı, d) çılgın
Yaşar: (Tüm Eskişehirlilerde gördüğümüz o sarsılmaz sükunetle) Neşelisiniz.
Doğru ya, neşeliydik biz ! :)
Otel odasına vardığımızda ne olduğumuzu öğrenmiş ama hala Eskişehirlilerin ne olduğunu anlamamıştık. Hararetli analizlerimiz sürerek resepsiyondan bir telefon: "Siz artık uyusanız, yan oda uyuyamiyormuş". Koca kadınlar olarak utandık tabii, hemen uyumaya ikna olduk. Ertesi günün öğleni çalan oda kapımız ise bizi şaşırttı. Misafir, gece uyuyamayan yan komşu. Ben o kadar baygındım ki, konuşmaları duydum, ama kalkıp bir şey yapacak takatim yoktu.
Bir erkek sesi: Yaa kusura bakmayın, benim arkadaş gece resepsiyonu aradı. Yani aslında rahatsız filan olmadık. Hatta merak ettik sizi (Bir yandan da odaya kafayı uzatıp bakmaya çalışıyormuş, beni merak etti herhalde:pP).
Nilüfer'in sesi: Beyfendi, ne merakı? Bakın bizi uyandırdınız. Lütfen rica ederim. Ayıp ediyorsunuz ama. Aaa...
Neşesine filan bakmayın; dünyanın en kibar insanlarındandır Nilüfer. Alışık değil böyle dialoglara. Haliyle uyandık adam gidinde. Bu sefer de, akşam üstü söylediğimiz Felicita şarkısı yüzünden mi bu olay başımıza geldi acaba diye analize giriştik. Ve komşularımızın kesinlikle Eskişehirli olamayacağına karar verdik. Biz yollarda şarkı söylerken, muhtemel bizi rahatsız etmemek için göz kaçıran bir halkın insanı, asla böyle bir şey yapamaz.
Otelden ayrıldıktan sonra güzel bir kahvaltı ile taçlandırdık seyahatimizi. Cadde kenarındaki masamızın hemen yanında, çocuklar bitti 5 dk sonra. Bir bakmak bir bakmakk. Haydaa. Yani neler yaptık ilk gün, kimsenin kaşı oynamadı. Önce otel vukuatı, şimdi de çocuklar?? Henüz 24 saat dolmadan bu kadar mı ünlendik biz Eskişehir'de? Oturduğumuz masanın arkasında Eskişehirli furbolcular varmış meğer. Çocuklarla konuşunca sır perdesi aralandı. Galiba oteldekiler de Al Bano & Romina Power ikilisinin şehre geldiğini sandı. Ondan heyecan yaptı:)
Günün kalanında; Odunpazarı Evlerini ve Cam Müzesi'ni gezdik. Kent Park'ta turlayıp, Belediye'nin şehirlilere yaz hediyesi suni gölü ve plajı gördük. Hatta Anadolu Üniversitesi'nin kampüsüne bile girdik.
Sözün bu yerinde -elbetteki çok daha doğru yorumu yaşayanları yapar, ama bir gözlemci olarak ben- Eskişehir Büyükşehir Belediye'sini tebrik etmeden geçmek istemem. Şu hayatta beni en sinirlendiren şeylerden biri; yılgın, kaderine razı insanlar! Bu şehir, adından da anlaşıldığı üzere eski bir şehir olabilir, ama kendini yenilemeyi bilmiş. Türkiye standartlarının çok üstünde; ortalamaya tamah etmemiş, meraklı, azimli ve vizyon sahibi insanlarıyla almış başını gitmiş. İyi olduğunu biliyordum, ama bu kadarını tahmin etmiyordum. Eskişehir pek çok açıdan yıkılıyor sevgili okur. Emeği geçenlerin elini sıkmak gerek.
Yapılabilir pek çok şeyi yapamadık maalesef Eskişehir'de. İlçelerinde görülesi bir dünya şey daha var. Gelecek ziyaretler için işte nefis bir bahane!
Neşeli bir ruhla geldiğimiz Eskişehir'den, hüzünlü ama huzurlu ayrıldık. Yolda CD almak üzere uğradığımız benzinci çalışanları bize kahve yaptı. Kendiliğinden, çok makbule geçen ve bize her şeyin ötesinde ruhen iyi gelen minik bir ikram. O benzinciden aldığımız Manga'nın yeni albümü Şehr-i Hüzün ise dönüş yolumuzu aydınlattı.
Al bu dünya al senin olsun / Benim hiç gözüm yok hepsi senin olsun...
O benzincinin hatırasına, bu uzun yazıyı okumayı başaran ve ilk yorumu yazan okura, Manga albümü benden hediye! Kimbilir, belki son yazana da konser bileti alırım hızımı alamayıp. İstanbul'daki ilk konserde yerimi almayı planlıyorum zira:)
Hayat bu işte / Kanatlanıp gitmek dururken / Dört duvar içinde hap solursun / Yaşamak için bir neden ararken / Ölmek için bulursun.
Kanatlanıp uç sevgili okur... Yükseldiğin semada, yaşamak için bir neden bul...
Ahlat'ı nasıl anlatmalı, emin değilim. Siz en iyisi bilgi almak için şu yazıya tıklayın. Benim gözlemim; kişilikli, nitelikli, tarihi... ama garip bir sukunet vardı ilçede. Coşkulu yazmazsam -ki alenen yazamıyorum- beğenmediğimi sanmanızdan korkuyorum. İyi ki gittim, iyi ki gördüm, iyi ki o insanlarla tanıştım. Ama biraz yaşlı mı desem, ne desem?? Hani olur ya, bazı insanlar 20'sinde bile pek bir olgun olurlar. Saygınızı kazanırlar ama hep 'seviyeli' dururlar. Sanırım en doğru kelime 'ağırbaşlılık'... İşte Ahlat o insanlar gibi. Dünyaca ünlü bastonlarından almayı unutmayarak yaşlı ve ağırbaşlı Ahlat'ı ardımızda bıraktık.
İki günlük mini tatilimizi de, Van Gölü'nün çevresindeki turumuzu da yarılamıştık artık. Ceviziyle ünlü Adilcevaz'ı, Türkiye'nin 2. yüksek dağı Süphan'ı, pek güzel diyemeyeceğim Erciş'i ve tesis fukarası Muradiye Şelalesi'ni sırasıyla selamlayarak sonunda Van'a vardık.
Erciş'ten Süphan Dağı
Van'a...
Bitlis minareler, köprüler şehriyse... Van'da kaleler şehri. Bitlis ne kadar ağırbaşlıysa, Van da o kadar delifişekti... Van Gölü kıyılarında yaptığımız huzurlu yolculuktan sonra bu hareket bize fazla geldi mi, geldi. Akşamüstü ulaştık Van Kalesi'ne. Van'da civar ilçelere yayılmış daha nice kale var. Onlar da artık başka gezilere...
Van merkezle ilgili son yazı yakında!..Feribotla yaklaşırken adanın görüntüsü çok şey vadetmese de... Karşısında karlı dağlar, etekleri çimenli... Gölün huzur veren dingin mavisi... Aklımızda adayla bütünleşmiş Tamara efsanesi... Tarihi Ermeni Kilisesi'ne ziyaret düşüncesi... Yeterliydi heyecanlanmak için. Bazı yerlere gitmek, sırf "gittim" demek için bile iyi gelir ayrıca:)
Bazen güzellere koşarız, 2 dk sonra 'tıntın'lıktan bayarız. Bazen de selamsız diyarlara varırız, kalbimiz buruk yarım adım atarak ayrılırız. Terk edip gitmenin çok zor olduğu bir yer Akdamar Adası.
16 yy'a kadar bu adada yerleşik hayat yaşayan insanların, adadaki manastıra yerleşen keşişlerin bir bildiği varmış demek.
O kadar güzeldi ki ada; en baba yazar benim diyen kolay anlatamaz, en cancan makinasya sahip usta fotoğrafçı gerçeği yansıtamaz. Kokusu eksik kalır, renkleri cansız!
Dört mevsim de aynı derece güzel midir, bilmiyorum. İşi şansa bırakmamak için Nisan sonu-Mayıs başı gitmek mantıklı olan derim. Akdamar'da badem ağaçlarının çiçek açtığı günleri, karanlık dünyaya güneşin doğduğu günler olarak hafızanıza kaydetmenizi öneririm!
İnsanlığın sahip olduğu en eski kentlerden birisi olduğu söylenen Hasankeyf, Dicle Nehri'nin doğu kıyısında yer alıyor. Güneyinde Midyat, kuzeyinde ise petrol dağı Raman bulunuyor. Tarih boyunca yirmiden fazla uygarlığa ev sahipliği yapmış. 1990 yılında il statüsü kazanan Batman'a bağlı bir ilçe bugün. On bin yıllık geçmişi ve küresel ölçekte nesli tehlike altındaki canlı türleri ile Unesco’nun 10 dünya mirası kriterinden 9’unu karşılayan gizemli bir antik şehir.
Tarihi kaynaklarca ‘‘Ortaçağ dünyasının en görkemli köprüsü’’ olarak tanımlanan köprü, 1116 yılında Artuklu Hükümdarı tarafından yaptırılmış.
Ne zaman ki Ilısu Barajı yüzünden sular altında kalacak dendi, sadakat trenleri kaldırıldı bölgeye, firmalar 'sosyal sorumluluk' adına kurumsal prestij albümleri yayınladı ve okullar açtı... Hasankeyf gündemime düştü. Git Özlem, git !.. Katılmak için çabaladığım ama bir türlü yer açılmadığı için katılamadığım trenler hep bensiz kalktı. Sanırım o vakitler o trende olmayı hak etmemişim. Nedeninden bile emin olmadan, maceraya atılmak istemişim. Sonunda, doğru zamanda, Hasankeyf ve benim yollarımız kesişti.
Nalan ve ben, yol arkadaşlarımızdan önce koştuk bizi Hasankeyf'e ulaştıracak yeni köprüye. Fotoğraf çekeyim derken eziliyordum az daha.
Köprüyü geçer geçmez karşımıza çıkan kahveye daldık. Dicle'ye tepeden bakan kahvede demleniyordu Hasanlar... Ya alışmışlar şehirli kadın turiste ya da mahcup oldular emin değilim, birkaç saniyeliğine kalkan başlar hızla indi.
Köydeki Ayşeler, Fatmalar neredeydi bilmem. Ben etrafta hiç kadın görmedim.
Kaleye çıksak mı çıkmasak mı kararsızdık. Yollar karlı. Ayakkabılar kaygan merdivenleri aşarak kaleye tırmanmaya çok da müsait değil. Hava soğuk... Off, peki... En çok da tembeldik. Ama tembelliğimizden utandığımız için, mırmır edip kalenin kapısında turluyorduk... O kararsızlık anında tanıdık Çoban Ali'yi. Ne olduğunu bile anlamadan, bizi mağara evini göstermek vaadiyle kandırdı, keçi gibi zıplaya hoplaya merdivenleri tırmandırmaya başladı.
"Aman, dur, yavaş, hopp, kaydım, düştüm, yoruldum, tıkandım" bile diyecek fırsatım olmadı galiba sarp merdivenlerden çıkarken.
Bir ara ateş bastığını ve kaşkolümü çıkarıp elime aldığımı hatırlıyorum. Çoban Ali futursuzca rengarenk kaşkolümü sardı kendi esmer boynuna. Koluma da yapıştı. Bir yandan hantallığıma laf sokup, bir yandan hayat üzerine felsefik yorumlar yapıp, bir yandan da gezdirdiği ünlülerle arasında geçen dialogları anlatmaya başladı. Neşeliydi, bilmişti, komikti. Sezen Aksu'dan İbrahim Tatlıses'e uzanan Çoban Ali hikayeleri, zorlu tırmanışı renklendirdi.
Hasankeyf'i bu kadar özel yapan unsurların başında, mağara evler geliyor. Kaledeki mağaraların mesken yeri olarak kullanılmasının, milattan önceki binlerce yıla dayandığı söyleniyor. Kale yekpare taş kütlenin oyulması ile oluşturulmuş.
Türküler eşliğinde çekiştire itiştire sürükledi bizi dağ yollarında Çoban Ali.
Sonunda vardığımızda tepedeki mağara evine, çıkardı kavalını... Önce çaldı, sonra söyledi.
Etek sarı sen etekden sarısan sarısan / Kurban olam beydoğanın karısan karısan
Arkalarda kalmış ekip arkadaşlarımız, bizi kalenin en tepesinde yakaladı. Kalabalığı, kale mezarlığında bir uzun hava ile selamladı Ali.
Usul usul akan Dicle sanki tarih boyunca geçtiği toprakların bilgeliğini toplamış, buralarda yaşamış insanlar sanki havasına suyuna izler bırakmış... Hasankeyf'e gönül koymam, en çok bu çobanın yüzünden. Ali bizim için o kaleye hikaye kattı. Sanki bölgedeki ruh, bir çobanın müziği ile bizlere aktı...
Kışın daha bir güzel, daha bir gizemli, daha bir ruhani, daha bir saftı bence Hasankeyf. Karlar altında, tüm pisliğinden arınmış...
Hala tartışmalar sürüyor; GAP Projesinin önemli bir halkası olan ve bu ülke için getirileri büyük Ilısu Barajı için, Doğu'nun Efes'i Hasankeyf feda edilmeli mi?
Neden Hasankeyf'e sadakat göstermeli?
Lütfen bu yazıyı okuyup kendi kararınızı kendiniz verin.
"Hasankeyf ve Dicle Vadisi UNESCO Dünya Mirası ilan edilsin" diyorsanız, bir imza da siz atın!
Bu seyahatin üzerinden birkaç ay geçti. Neredeyse her pazar gittiğimiz mekanda, arkadaşlarımla kahvaltı yapıyorum. Telefonum çaldı, arayan Çoban Ali. TRT için İstanbul'a gelmiş, bize selam getirmiş Hasankeyf'ten. Selamını aldım, bir bahar vakti Hasankeyf'te onu ziyaret edeceğimi söyledim, helalleştik. Konuşmaları duyan cafe'deki garson Çoban Ali adını duyunca heyecanla yanıma geldi. Kendisi Çoban Ali'nin hayranıymış. Ağrı Dağı Eteğinde türküsü Çoban Ali'nin eseriymiş. Haydaa oldum. Bizim Çoban Ali, meşhur bir sanatçı mı yani? İsim benzerliği olduğunu interneti tarayınca anladık. Bu vesileyle bizim Çoban Ali'nin eşekle kaleye su taşıma yarışmasını birkaç kez kazandığını da internetten öğrendim. Hala o cafe'ye her gittiğimde garsonla birbirimize bakar anlamlı anlamlı gülüşürüz. Uzaklardan hala hayatımı renklendiriyor Hasankeyfli Çoban Ali:) Benim gözümde o, rengarenk bir insan ve yeterince değerli bir sanatçıdır.
Her sene Eylül sonu-Ekim başı gibi Batman ve Hasankeyf Kültür ve Sanat Festivali düzenleniyor. Belki bu festival iyi bir seyahat vesilesi olabilir (Hasankeyf'e en yakın havaalani 35 km uzaklıktaki Batman'da. Mardin 120 km, Diyarbakir ise 135 km uzaklıkta). Giderseniz Çoban Ali'yi bulmayı ve selamımı götürmeyi unutmayın sakın:)