24 Ağustos, 2009

karpuz kafalılar eskişehir'de

Leyleği havada gördüm bu yıl. Gerçekten gördüm. Eskişehir yolunda. Bakınız kanıtı da yanda! Henüz yazamadığım Antakya seyahati ile, baharın neşesi düştü yüreğimize. O kadar tadı damağımızda kalmıştı ki o yolculuğun; hızımızı alamadık, döndükten hemen sonraki haftasonu, nicedir gitmek istediğim Eskişehir'de soluğu aldık. Biz derken... Nilüfer ve ben. Yan yana gelmesi topluma zararlı iki bünyeyiz biz. Yaş kemale erdik sıra terbiye edilip dizginlenmiş görünen delişmen hallerimiz, bir araya geldiğimiz anda ortaya çıkar. Sen deli, ben senden deli, yakalım gemileri, hiç düşünmeden... Haydi, hoppaa, hahaha.... tadında geçer kavuştuğumuz anlar... Nadir görüşürüz ama her görüşmemizin tadı damağımda kalır.

Birlikte attığımız kahkalar yeri göğü inletir, etrafımızdakilerde ise baş ağrısı yaratır. Daha doğrusu ben kahkaha atarım, Nilü ise garip bir efektle bitirir gülmesini... yiehhuuu gibi bir şey. Bana, kement atan bir kovboyun çıkardığı sesi çağrıştırır onun kahkası. Geçen yıl Alaçatı'da cadde üzerindeki bir cafede otururken, yihhuuu diye Nilüferi taklit edip geçen insanlara da hayali kementimi atarken-kadın bana böyle tesir ediyor işte- bir müşterimle göz göze gelmiştim. Yollardaki rahat hallerime bakmayın; iş hayatında karizmatik ve cool bir insan sayılırım:P Nilü ve benim, uydurduğumuz bir terminoloji de vardır. Yaratıcı esprilerimizi anlamayan arkadaşlarımıza mercimek kafalı deriz mesela. Onlar mercimek, bizse karpuz kafalıyızdır:)

Nisan sonuydu galiba, karpuz kafalılar (K.K) grubu olarak düştük yola. Kafa karpuz ama, bizdeki genişlik evlere şenlik! Ctesi sabahı 9'da buluşmak üzere sözleştik. Nilüfer beni almak üzere eve geldiğinde, saat olmuş 10:30 ve ben hala uyuyordum. Etiler Starbucks'tan kahve aldık, henüz Nispetiye Caddesini bitirmemiştik ki, kahveleri döktük ve 2 trafik kazası ihtimalini başımıza bir iş gelmeden atlattık. Nasıl eğleniyoruz ama, "haha, işte budur heyecan, işte budur maceraa" (sanki hiç macera görmedik:)). Biz böyle yollarda dolanırken zaten yeterince mutluyuz, gitmesek mi acaba diye bile düşündük bir an. Hadi dedik sonra, ilk 'k.k gezi kulübü' etkinliği başlamadan bitmesin!

Köprüyü geçtikten hemen sonra farkettik ki; ne yolu biliyoruz, ne arabada bir harita var. Amaan, olduk. İnsan sora sora Bağdat'ı bulurmuş. Aynı yieehhuuu modumuz devam etti yol boyu. Ferhat Göçer CD'si varmış yanımızda: "Beni bu sesler oyalaarr, aldırma gönül aldırmaa". Arabanın içinde nasıl bir kudurmak; dans ettik, şarkıları bağıra çağıra söyleyerek ilerledik. Yolda meyve bahçeleri gördük, dallarında kirazlar... Hemen durup biraz nasiplenmeye karar verdik. Yandaki fotoğraf, meyve bahçelerinin sahibi teyzeden kaçarken çekildi. Meğerse caanım teyze, ilaçlı meyveleri yıkamadan yemeyelim diye su getiriyormuş.

Ben güya şirketteki birkaç Eskişehirli arkadaşa, toplantılar arasındaki 5 dakikalık boşlukta nerede kalalım, ne yapalım gibi şeyler sormuştum bir önceki gün. Aldığım notları yanıma almayı unutmuşum. Yani tam takır kuru bakır ve durumdan oldukça memnun yelken açtık Eshişehir maceramıza. Coşmaktan yorgun Eskişehir'e vardığımızda, Porsuk Çayı kenarındaki cafe'lerden birine oturup yuvarlanmaya karar verdik. Tabi ki şehri tanımıyorduk ve bir adama yol sorduk:

K.K: Afedersiniz, biz Porsuk Çayı kenarındaki cafeleri arıyoruz.
Adam: Şimdi bu yolda ilerleyin, sonra sola dönün. Hmm, yok yok. Siz böyle ilerleyin, sonra sağa dönün. Hmm, aslında şöyle diyiim, geriye dönün, sonra sağa dönün.
K.K: Siz bize kuş uçumu ne yöne gitmeliyiz, onu söyleseniz...
Adam: Hmm siz o zaman şöylee gidin.
K.K: Süpersiniz, teşekkür ederiz (Bu garip dialogdan oldukça memnun, hızımızı alamayıp alkışladık adamı)
Adam: Bilseydim böyle dalga geçeceğinizi, hiç çabalamazdım yolu anlatmak için.
K.K: Yaa vallahi dalga geçmedik, biz öyle mutluyduk ki yoldayız diye. Yani cidden çok makbule geçti tarifiniz. Lütfen yanlış anlamayın... vs...
İçimizde hiçbir köyü niyet olmadan, mutluluk cıvıklığıyla küstürdüğümüz iyi niyetli adamdan, boynumuz hafif bükük ayrıldık:( Eskişehirliler ile başlayan iletişim gariplikleri ilerleyen 24 saat boyunca da bu minvalde devam etti.
Sonunda cafelerin olduğu bölgeye vardık, dinlendik, Eskişehir'in meşhur çiğ böreğinden yedik, sonra da bölgeyi keşfe çıktık.

Porsuk Çayı üzerinde rengarenk köprüler yapılmış. Şadece bu basit operasyon bile Eskişehir'e Venedik, Amsterdam gibi kanallarıyla ünlü şehirlerin romantik esintilerini taşımış. Etraftaki cafeler ve o cafeleri renklendiren insanların dinamik, enerjik, özgür, yaratıcı ruhu şehiri iyice lezzetlendirmiş.

Kanal üzerinde giden bir araç var; 1 TL verip, kanal boyu yolculuk yapıyorsunuz. Biz de yaptık tabii. Hani olur ya bazen; içmeden sarhoş tuhaf bir hal, varsa 3 gıdım zeka, onu da mutluluk maymunluğu içinde kaybeder ve anlamsızca şakırsınız. Öyle bir haldeyiz; tutamıyoruz kendimizi alenen, sürekli bir taşkınlık yapma eğilimindeyiz.

İçinde çoluk çombalak yolculuk yapan 15-20 kişilik teknede şarkılar söyleyerek gülüşüp eğlenmeye devam ettik. Normalde taşarsanız ne olur, hemen birileri sınırları çiziverir. İki kınayan bakış, 3 cıkcık ediş filan. Eskişehir'i bizim için anlaşılmaz ve büyülü yapan, öyle bir sınıra denk gelmeyişimiz. Bazen bünye bir reaksiyon istiyor; iyi ama kötü, ya bizi kınayın, ya bizimle çağlayın... Ama yok, Eskişehir bu konuda ser verdi, sır vermedi. Bulaşmadı bize. Ne kapıldı ahengimize ne de çomak soktu neşemize. İnanın bana, bu çok ilginç bir hal. Bu durumun ardında anlamadığımız bir gerçek mi var, hala merak ederim.

Bir otel bulmanın artık vaktidir dedik; iyi olduğu söylenen hangi oteli arasak dolu. Sonunda yeni olduğu söylenen Albatros Otel'e yerleştik. Tüm yorgunluğumuza rağmen, eylemlerimize odada devam ettik. Nülüfer Felicita şarkısını söylüyordu son hatırladığım. Öyle uyuyakalmışız.

Uyanınca, ne zamandır yeniden karşılaşmayı beklediğim Varuna Gezgin'den Murat'ı aradım. Varuna Cafe'de buluşmak üzere sözleştik. Her yere gitmeye çalışan bir insanım ama, Eskişehir'i benim için aciller listesine koyan Murat ve Varunacılardır aslında. Kendimi yollara vurduğum 2006 senesinde, bir yandan Güney Amerika'da seyahat eder, bir yandan da blogda yazarken bir mesaj aldım Murat'tan. O ve eşi Yekta'da, Güney Amerika'ya seyahat planlıyorlardı. Böylece başladı uzaktan iletişimimiz.
Aynı dönemde Boğaziçi'nde okumuş, aynı çimenlerde şarkı söylemiş, Orta Kantin'de belki tavla oynamış, uzakları birbirimizden habersiz özlemişiz Murat'la. Ben onun tipini biliyorum, o benimkini. Yolda karşılaşsak, kesin selamlaşırdık, öylesine tanıdık yüzlerimiz. Tanıştıysak bile kaynaşmamışız, teğet geçmişiz birbirimizi. Mezun olup başka topraklarda hayata tutunma mücadelesine girişmişiz. Yollarımız, peşine düştüğümüz uzak topraklar nedeniyle yıllar sonra kesişti.

Mütevazi bir yer olduğunu sandığım Varuna Cafe, oldukça iddialı bir mekan çıktı. Cafeler zinciri hatta. Eskişehir'de sanırım 3 ayrı Varuna Cafe var. Böylesini ben İstanbul'da görmedim. Tüm Varuna Cafeler, seyahat temasına uygun ve sahiplerinin gezginliğine yakışır zenginlikle dekore edilmiş. Duvarlarda Varuna gezginlerinin çektiği fotoğraflar, ülke bayrakları, tabelalar... Her cafede çok zengin birer gezgin kütüphanesi.

Sadece Murat ve eşi Yekta gezmiyor; belki de onların çoğalttığı bir merak ve verdikleri ilhamla, Eskişehirli öğrenciler de yollara düşmüş. Anadolu Üniversitesi'nde bir gezi kulübü kurmuşlar mesela. Nasıl heyecanlandım, anlatamam. Bazen değişim bu kadar basit işte. Bir doğru model, fitili ateşlemeye yetiyor. Devrim bu değilse nedir? Hayal eden insan, hayali gerçekleştirmenin bir yolunu mutlaka buluyor.

Bir süre, Varuna Cafe'de takılıp biralarımızı içtik Nilüfer ile. Ortamdaki enerjik havayı soluduk. Yolun başındaki o öğrencilerden biri olmayı istedik. Dimağları tertemiz ve bilgiye aç. Meraklı. Heyecanlı. Umutları örselenmemiş. Hayelleri terbiye edilmemiş. Murat ile lafladık; oradan buradan, Eskişehir'den, gelecek seyahat projelerinden, öğrencilerden, yakında açacakları Cafe Del Mundo'dan (Bizim seyahatten birkaç hafta sonra açıldı). Murat ara ara ayrılıp işleriyle ilgileniyordu; Nilüfer ile biz hoppp, yola çıktığımızdan beri devam eden ve dizginlenemez modumuza tekrar dönüyorduk.
Murat tipik bir Eskişehirli. Ne ürküp kaçtı bizden, ne ayarımızı düzeltmeye uğraştı. Ne de 'yoğun' sayılabilecek coşkumuzu görüp, bir arttırmaya çalıştı. Sanki bu Eshişehirliler doğuştan gezgin; su gibi olmuşlar, akıyorlar kendi seyirlerinde...

Varuna'dan sonra, Up&Down isimli bara gittik. Şaşırtıcı bir mekan daha! Bir bölümü sakin, muhabbetlik... İç kısımda ise sahnede canlı müzik, geniş olan dans pistinde gençler zıp zıp. Gün boyu süren enerjimiz sonunda akacağı toprakları bulmuştu. Nilüfer ile sahnenin en önünde yerimizi aldık. Gayet başarılı bulduğum orkestra, Türkçe rock şarkılar çaldı tüm gece. Gençliğe ezilmedik:)

Gece 4'e doğru mekandan çıktığımızda, kapıdaki görevli bize taksi çağırdı. Gün boyu her çeşit ilginç muhabbeti yaşayıp, yine de tam çözemediğimiz Eskişehirlilere kafaya takmıştık bir kere. Konuyu taksi şoförümüz Yaşar Bey'e danışmaya karar verdik (Yan cepheden gördüğüm kadarıyla kendisi Müslüm Gürses'in küçük kardeşi).

K.K: (Bir dizi geyikten sonra) Yaşar Bey, bu Eskişehirliler bizi anlamadı. Niye böyle, siz söyleyin. Biz neyiz sizce? a) deli, b) istanbullu, c) koca kafalı, d) çılgın
Yaşar: (Tüm Eskişehirlilerde gördüğümüz o sarsılmaz sükunetle) Neşelisiniz.

Doğru ya, neşeliydik biz ! :)

Otel odasına vardığımızda ne olduğumuzu öğrenmiş ama hala Eskişehirlilerin ne olduğunu anlamamıştık. Hararetli analizlerimiz sürerek resepsiyondan bir telefon: "Siz artık uyusanız, yan oda uyuyamiyormuş". Koca kadınlar olarak utandık tabii, hemen uyumaya ikna olduk. Ertesi günün öğleni çalan oda kapımız ise bizi şaşırttı. Misafir, gece uyuyamayan yan komşu. Ben o kadar baygındım ki, konuşmaları duydum, ama kalkıp bir şey yapacak takatim yoktu.

Bir erkek sesi: Yaa kusura bakmayın, benim arkadaş gece resepsiyonu aradı. Yani aslında rahatsız filan olmadık. Hatta merak ettik sizi (Bir yandan da odaya kafayı uzatıp bakmaya çalışıyormuş, beni merak etti herhalde:pP).
Nilüfer'in sesi: Beyfendi, ne merakı? Bakın bizi uyandırdınız. Lütfen rica ederim. Ayıp ediyorsunuz ama. Aaa...

Neşesine filan bakmayın; dünyanın en kibar insanlarındandır Nilüfer. Alışık değil böyle dialoglara. Haliyle uyandık adam gidinde. Bu sefer de, akşam üstü söylediğimiz Felicita şarkısı yüzünden mi bu olay başımıza geldi acaba diye analize giriştik. Ve komşularımızın kesinlikle Eskişehirli olamayacağına karar verdik. Biz yollarda şarkı söylerken, muhtemel bizi rahatsız etmemek için göz kaçıran bir halkın insanı, asla böyle bir şey yapamaz.

Otelden ayrıldıktan sonra güzel bir kahvaltı ile taçlandırdık seyahatimizi. Cadde kenarındaki masamızın hemen yanında, çocuklar bitti 5 dk sonra. Bir bakmak bir bakmakk. Haydaa. Yani neler yaptık ilk gün, kimsenin kaşı oynamadı. Önce otel vukuatı, şimdi de çocuklar?? Henüz 24 saat dolmadan bu kadar mı ünlendik biz Eskişehir'de? Oturduğumuz masanın arkasında Eskişehirli furbolcular varmış meğer. Çocuklarla konuşunca sır perdesi aralandı. Galiba oteldekiler de Al Bano & Romina Power ikilisinin şehre geldiğini sandı. Ondan heyecan yaptı:)

Günün kalanında; Odunpazarı Evlerini ve Cam Müzesi'ni gezdik. Kent Park'ta turlayıp, Belediye'nin şehirlilere yaz hediyesi suni gölü ve plajı gördük. Hatta Anadolu Üniversitesi'nin kampüsüne bile girdik.

Sözün bu yerinde -elbetteki çok daha doğru yorumu yaşayanları yapar, ama bir gözlemci olarak ben- Eskişehir Büyükşehir Belediye'sini tebrik etmeden geçmek istemem. Şu hayatta beni en sinirlendiren şeylerden biri; yılgın, kaderine razı insanlar! Bu şehir, adından da anlaşıldığı üzere eski bir şehir olabilir, ama kendini yenilemeyi bilmiş. Türkiye standartlarının çok üstünde; ortalamaya tamah etmemiş, meraklı, azimli ve vizyon sahibi insanlarıyla almış başını gitmiş. İyi olduğunu biliyordum, ama bu kadarını tahmin etmiyordum. Eskişehir pek çok açıdan yıkılıyor sevgili okur. Emeği geçenlerin elini sıkmak gerek.

Yapılabilir pek çok şeyi yapamadık maalesef Eskişehir'de. İlçelerinde görülesi bir dünya şey daha var. Gelecek ziyaretler için işte nefis bir bahane!

Neşeli bir ruhla geldiğimiz Eskişehir'den, hüzünlü ama huzurlu ayrıldık. Yolda CD almak üzere uğradığımız benzinci çalışanları bize kahve yaptı. Kendiliğinden, çok makbule geçen ve bize her şeyin ötesinde ruhen iyi gelen minik bir ikram. O benzinciden aldığımız Manga'nın yeni albümü Şehr-i Hüzün ise dönüş yolumuzu aydınlattı.

Al bu dünya al senin olsun / Benim hiç gözüm yok hepsi senin olsun...

O benzincinin hatırasına, bu uzun yazıyı okumayı başaran ve ilk yorumu yazan okura, Manga albümü benden hediye! Kimbilir, belki son yazana da konser bileti alırım hızımı alamayıp. İstanbul'daki ilk konserde yerimi almayı planlıyorum zira:)

Hayat bu işte / Kanatlanıp gitmek dururken / Dört duvar içinde hap solursun / Yaşamak için bir neden ararken / Ölmek için bulursun.


Kanatlanıp uç sevgili okur... Yükseldiğin semada, yaşamak için bir neden bul...

5 yorum:

Adsız dedi ki...

Karpuz kafalı seniiii manga albumumu istiyorum:) sayende eskisehiri de gormek farz oldu! elif

OzlemPansiyon dedi ki...

gelen e-mail'ları dikkate alırsam sen ilk yorumcu değilsin ya neyse. teknoloji özürlü okur kitlem hayıflansın:)ayrıca bu albümün tadını çıkarak biri vardıysa, o da sendin elifcim. afiyet olsun!

Adsız dedi ki...

ben bilet istiyorum konser için,, basir

OzlemPansiyon dedi ki...

yahu sen hiç manga dinledin mi? kafan almaz o müziği; genç işi o genç:)

Adsız dedi ki...

bişey mişey istemiyorum,istediğim tek bierşey varsa o da sizin yerinizde olabilmek..tebrik ediyorum,ve daha nice geziler diliyorum