29 Mart, 2006

külkedisinin prensese dönüşme hikayesi




Düşündükçe yazmak zor geliyor.
Mutlu ile sakin bir akşam yemeğinin ardından, Aliye’yi seyredelim diye gittiğimiz evimde, 22 kişi ellerinde maytaplar, alkışlar ve iyi ki doğdun şarkısı eşliğinde karşıladı beni. Yaşadığım şaşkınlık ve mutluluk nasıl anlatılabilir ki? Bora’nın dediği gibi, sanki bu sefer şeytanın bacağını kırdım. Sanki bu sefer balık hafızamın bile unutamayacağı bir doğumgünü yaşadım. Sanki bu sefer lanet etmedim doğduğum güne. 28 Mart 2006 külkedisinin prensese dönüştüğü tarihtir.

Hikayeler hep aynı hikaye olmasın,
Onları biz aynı yaparız.
(Ö.Asaf)


Bu doğumgünümde öğrendiğim de budur.
Belki de gerçekten önyargılar insanın kaderini belirliyor. Belki de gerçekten hikayeler, biz hep öyle olmasını beklediğimiz için aynı sonla bitiyor. Biraz peri yardımı, felaketler mucizelere dönüşebiliyor.

Yukarıda görünen kişiler mutlu sonu hazırlayan perilerimdir.

27 Mart, 2006

12’nin 20. kutlanışı


Hiç sonu hüsranla bitmeyen bir doğum günüm oldu mu, en azından ben bu günü önemsediğim zamanlarda, hatırlamıyorum.

Düşünüyorum da çocukluğum bayağı yokluk içinde geçmiş. Muhtemel 80 ihtilalinin de etkisi, memur çocukluğu zordu. 3 şeye sahip olmayı çok çok çok istedim çocukken; barbi bebek, paten ve bir de bisiklet. Birkaç yıl önce doğum günümde Ali alana kadar barbi bebeğim hiç olmamıştı (Belki en çok keskin dilinin ardındaki bu inceliği yüzünden seviyorum Ali’yi). Patenim de olamadı (Bir gün umarım İstanbul’da benim açtığım puz pateni pistinde çocuklar paten yapacak. Parası ve pateni olmasa da). Şükür bisikletim oldu (Sağolsun Mis Süt çekilişi:) Bir şeyi gözünden yaş gelecek kadar istersen olur demişti Ercü. İnanıyorum buna). Doğum günlerim benim olamayan şeylerin acısının yaşandığı berbat günlerdi ben en en küçükken.

Sonra büyür gibi oldum… İlkokulun bando takımındaydım. Gariban okulumuzun gariban bandolarından birini çalıyordum. Okula yeni alınan ilk bando bana verildi doğum günümde. O gün ağaç dikme töreni varmış, bilmem kim gelecekmiş, toplandık gittik. Tam tararam… Tam tararam…ve Güümm... O en güzel bando, benim bandom, patladı. Aşkla çalardım ben. Kendimi tutamamışım. Okulun müdürü, müdür muavini, zartı zurtu… sırayla gelip azarladı beni. Ağlayarak kaçtım eve. O gün yeni şeyleri ilk deneyen olmamayı öğrendim.

Sonra biraz daha büyüdüm; memeler kımıl kımıl oynamaya başladı. Gün boyu üzerinden inmediğim Mis Süt bisikletimle yine tura çıkmıştım bir gün. Tarlalar bahçeler benim diye gezerken, on erkeğin ortasına düşüverdim. Çevremi saran erkeklerin tacizine uğradığım ilk gündür. Korkmayı bilmiyordum erkeklerden o ana dek. O gün bunu öğrendim.

Sonra liseli oldum. Sevilmek için on takla attığım bunalımlı yıllardı. Kimse hatırlamadı doğum günümü. Tüm gece boyu ağladım; o gün de yalnızlığın kaçınılmaz olduğunu öğrendim.

Arada güzellikler olmamış mıdır? Olmuştur elbet. Ama balık hafızalıyız. İyi şeyleri çabuk unutuyoruz.

Yıllar hızlı geçiyor. Bir yanım hiç büyümüyor. İstesem de büyüyemiyor. Kimse bilmiyor, ben biliyorum. Bir yanım da fazla büyüdü, engelleyemedim. Korkarak ya da canım yanarak öğrendiklerimi unutamadım.

Bugün çok güzel bir gün. Bebek’te kahvaltı yaptım sabah. Yeni günü ve doğanın uyanışını kutladım, sessizce. Güzel şehrime bahar geldi sonunda. İçimde bin kelebek. Yine hülyalardayım. Bahar çocuğuyum ben. Kışlar beni üzüyor.

22’nin 10. kutlanışı demişti Onur, ben 12'nin 20. kutlanışı demek istiyorum. Yarın benim doğum günüm. Bilenler bilmeyenlere söylesin. Doğum günü talihsiziyim ben. Hem zeka yaşım hala 12. Sevip, sarmalayın. Kötü anıların saldırısına izin vermeyin.

19 Mart, 2006

yollara düşmek lazım

Can Dündar'ın bir yazısından esinlenerek...


Yollara düşmek lazım…
Kendi izimizi sürmek, iç sesimizi duymak, sınırlarımızı görmek lazım…
Yolculuk, kendini keşfetmektir.

Yollara düşmek lazım…
Rutinleri gerimizde bırakarak meçhul kıyılara vurmak lazım…
Yolculuk, cesaret etmektir.

Yollara düşmek lazım…
Tamamlanmamış hesapları kapatmak, unutulması gerekenleri unutmak lazım…
Yolculuk, yeniden başlamaktır.

Yollara düşmek lazım…
Düşler hep düş olarak kalmasın diye, martıların peşine düşüp hayallere uçmak lazım…
Yolculuk, hayallere ulaşmaktır.

Yollara düşmek lazım…
Özlemleri ardımızda bırakıp, sevenlere koşmak lazım…
Yolculuk, sevdiklerine kavuşmaktır.

Yollara düşmek lazım…
Doldurup bavula ertelenmiş tüm coşkuları, rüzgarları sırtlamak lazım…
Yolculuk, gönlünce yaşamaktır.

16 Mart, 2006

beni, blue lagoon’a gömün

Kasim, 2005

Miami’de günde minimum 10 saat aralıksız devam eden alışveriş çılgınlığından öyle bitap düştük ki, haftasonu Fort Lauderdale’den cruise ile Bahamalar’a gitmek ilaç gibi geldi.


Cruise seyahati bir tuhaf tabii. Çoluk çombalak aileler, özellikle de yaşlılar doldurmuş gemiyi. Akşamüstü tombala gibi bir oyun oynanıyor. Gece erkekler rulet için casino’ya, kadın ve çocuklar da bizim tatil köylerindekine benzer animasyonları izlemek için gösteri salonuna gidiyor. Süs püs o biçim. N’oluyoruz ya? Alt tarafı okyanusun üzerinde biz bize takılıyoruz. Gecenin sonunda görece genç olanlar cruise’un kareoke barına akıyor. Allah ne verdiyse. Sabaha kadar söyle babam söyle. Nasıl da mutlulular. Hayret doğrusu.

Bahamalar’ın başkenti Nassau’da karaya indik. Türkiye’de kış kıyamet sürerken, güzelim güneşi bulmaktan mı bilmem, çok mutluyum. Her şey gözüme fazlasıyla güzel gorunuyor. Nassau’da biraz gezinip şnorkelle dalmak için bir tur alıyoruz. Denizaltı gerçekten başka bir dünya. Bu kadar renkli balığı daha önce sadece kitaplarda ve belgesellerde gördüm.

Şnorkel turundan sonra ver elini cennet ada, Blue Lagoon (Mavi Göl filminin çekildiği yer).

Yarım gün kaldığımız adada yunusları izledim. Birkaç saati hamaklarda uyuyarak geçirdim. Kuzey Avrupa’nın soğuğundan kaçmış ve adada öğretmenlik yapan bir gençle tanıştım ve hayatına çok imrendim. Lokal içkiler içip, yerlilerle dansettim.

Orada ölsem gam yemezdim, eminim.

14 Mart, 2006

grand canyon’a tepeden bir bakış

Kasim, 2005

Vakit dar. Eni topu 4 günümüz var Las Vegas’ta. Ama Grand Canyon’da şurası. Gitmemek olmaz.

Grand Canyon’a gitmek için çeşitli seçenekler var: Günübirlik ya da konaklamalı otobüs turları, küçük uçaklar, helikopter turları vb. Bir taşla iki kuş vursak dedik. Milli olmak için biz helikopteri seçtik. Biraz urktum önce bu fikirden; insan nasıl hisseder ki helikopterde? Korkar mıyım, midem bulanır mı?
Aman…
Ne olacaksa olur. Korkunun ecele faydası yok.

Helikopter pistine gidene kadar 1 saat kara yolculuğu yapıyoruz. Minibüs’te önümde oturan Alman çiftin dudakları bir saniye bile ayrılmadı birbirlerinden. “Olayın hidayete ermesine 5 dk kaldı, 3 dk kaldı” diye sayıyorum içimden. İnsanın gözünün kaymaması mümkün değil. Bir nefes alın yahu, bir manzaraya bakın. Tanrım, çıldıracağım. Bizim ülkede olsa, çoktan yaşlı bir teyze indirmişti çantasını kafalarına. Canım ülkem. Benim de esnekliğim bir yere kadarmış. Muhafazakarlıksa, muhafazakarım. Rahatsız oldum canım. Aaaa…

Toplam 4 yolcu alan helikopterimizde yol arkadaşlarımız bunlar olursa yandık derken, neyse talih yüzümüze güldü. İki amca bizim helikoptere düştü. Amcalardan biri öne pilotun yanına ; diğeri de biraz bizim cevvalliğimiz, biraz da kendi nezaketi yüzünden en düdük yere oturdu(Amca, bizi affet ama taa Türkiye’den geldik. O kadar da para verdik. Kötü yere oturacak kadar iyi biri değilim ben). Öndeki amca süper güleç yüzlü. Bizim yanımızdaki, kötü yere oturan ise pek bir cool. Hiç yüz vermiyor.

Tur sonrası dönüş yolunda sevimli amcayla muhabbet sırasında öğrendim ki, bizimkiler fast food zincirlerinden Wendy’s'in patronları (Amcam, bin pişmanım seni kötü yere oturtuğum için. Ver elini öpeyim. Barışalım. Bir tutsaydın elimden. Olmaz mı?)

Helikoptere binmek sandığım gibi hiç kötü hissettirmedi. Anlamıyorsun bile yerden kalktığını. Uçaktan farkı çok yavaş hareket edebiliyor ve yüzeye oldukça yakın uçabiliyor (Uçak turu alsaydık, muhtemelen vadide bu kadar derinlere inemeyecektik. İsabet olmuş).

Grand Canyon gerçekten çarpıcı. Tepeden gördüm ama aşağıda da olmak istedim. Bir sonraki hedefim tekrar geldiğimde yerli köylerinde kalmak ve at safari yapmak. Bu güzellikleri yakından görmek, toprağına basa basa yaşamak lazım.

13 Mart, 2006

vegas'ta yaşanan, vegas'ta kalır

Kasim, 2005
“3 günden fazla kalınmaz, sıkılırsınız” diyenlerin aksine Las Vegas’ta rahat 1 hafta kalınır diyorum ben. Biz 4 gün kalabildik, ayrılırken hala yapamadığımız pek çok şey kalmıştı.



Abla Pansiyon sağolsun, geceden Las Vegas dergileri/ broşürleri üzerinde çalışmalara başlayıp, ertesi günün dakika dakika tum programını çıkardı. Her otelde ayrı bir atraksiyon. Koş babam koş. Nerede hangi free show varsa hepsini gördük. Ayrıca geceleri çeşitli show’lara gittik: American Pop Stars, American Storm (enteresen bir deneyimdi) ve Cirque du Soleil’den Mystere.

Las Vegas’ta yapılabilecekler:
- Kumar malum; Oynanabilir, izlenebilir, otellerde verilen ücretsiz kurslara katılarak yol yordam öğrenilebilir. Sadece 6 dolarlık kumar oynayarak hem kazanmanın, hem de kaybetmenin acısını yaşadım:)
- Oteller gezilebilir; Kimilerine konsept oteller fazla suni gelse de, özellikle İtalyan otelleri mimari zerafet açısından ciddi bir görgü veriyor bence.
- Show’lar izlenebilir; Sadece Cirque du Soleil’in 4 ayrı show’u gösterimdeydi benim orada bulunduğum süreçte. Verilen her kuruşa değer buldum izlediğim show’larını.
- Evlenilebilir; İster çiçek çocuk, ister rock’çı olarak yurdum düğün derneklerinden ayrı bir ambians yaşanabilir. Ben zengin ve sarhoş bir adamı denk getiremedim. Ayrıca çok kasmama rağmen ani gelişmiş bir düğünü de izleyemedim. Fazla mı Amerikan filmi seyretmişim acaba?
- Las Vegas’a yakın bölgelere düzenlenen günlük turlara katılınabilir; Grand Canyon, at safari, Los Angeles vb.
- Hemen her metrekarede sigara-içki içilebilir; Amerika’nın kurtarılmış bölgesi.




Cennet değil tabii ki Vegas. Ama iyi ki gittim diyorum. Fırsatı olanlara öneririm. Gezmenin kötüsü olmaz. Zengin şehirlerini gezmek de başka bir vizyon katar.

11 Mart, 2006

özlem kartepe’den bildiriyor…

“Kendimi doğaya, spora vereyim de huzurlanayım… Daha normal bi insan olayım… Ottan böcekten, karların güzelliğinden, hayatın sırrının basit şeylerde gizli olduğundan bahseden yazılar yazayım dönüşte” diyerek düştüm yollara…

Bu sefer yolculuk İstanbul’a 2 saat uzaklıktaki Kartepe’ye oldu. Kartepe’de Kocaeli’nin Maşukiye Beldesi’ne bağlı yeni açılan bir kayak merkezi bulunuyor (Maşukiye bir Abaza köyü bu arada).

Spor delisi bir kadının kardeşi olarak kayağa başlamam 10 yıl kadar öncesine Romanya’ya dayanıyor. Bir kelime İngilizce konuşamasa da günlük kazancı 4 USD olan zamanın Romen hocaları, benim gibi fakir ve yeteneksiz öğrenciler için bulunmaz Hint kumaşıydı o yıllarda. Üç günlük ilk eğitimimi çeşitli yerlerde morluk, kas ağrıları ve başarma hissi ile tamamlamıştım. Zaten her zaman en mutlu olduğumuz zamanlar bir şeyi ilk öğrendiğimiz zamanlar değil mi?
Ardımda yorgun ama beni sürekli yerden toplayarak en az 2 kat güçlenmiş bir tıfıl Romen bırakarak vatana döndüğümde anlamam gerekirdi acılarımın henüz bitmediğini… Bir şekilde dirayet göstererek kayaktan kopmamaya çalıştım. Kıydım paralarıma, dünyanın en güzel pistlerinde kaydım. Bildiğim tek şey, bu sporu yaparken mutlu olduğum nadir anlar, koy verip kendimi, yer çekimine direnmeden süratle boşluğa aktığım anlar… Bu anlarda bir de etrafta karlı ağaçlar, güzel bir vadi manzarası varsa değmeyin keyfime. Kalan tüm anlar oflamalarımla geçer.

Bugün de yaşadığım deneyim hemen hemen böyleydi. Sabahın köründe 3 saatlik uyku sonrası aynı bildik acıyla yüzyüze gelince, Allah'ın dağında bu soğukta benim ne işim var diye bol bol sordum kendime. Bir de tepede rüzgara yakalanınca ne şapka kaldı, ne skipass. Canımı zor kurtardım.

Beni tanıyan herkesin bildiği gibi ben spor insanı değilim. En gelişen kasım, sürekli konuştuğum için tartışmasız çene kasım. Soğuk insanı hiç değilim. Fiziksel acıya da ruhsal acıya da dayanmamayı tercih ederim. Kayak bildiğim en meşakkatli spor. Yüklen koca kayakları, dünyanın en ağır ayakkabılarıyla-mengeneden hiç farkı yok, yürü babam yürü. Liftlere ulaşmak işin bazen kaçınılmaz olan yokuşa karşı yürümeye çalışmak bölümü ise işin en iğrenç kısmı. Kan, ter ve gözyaşı.

Off, bitse de gitsek!:)

beyrut... beyrut...

Mayis, 2005


Insanin hic ayrilmak istemedigi, aidiyet hissettigi, insanlarinin ruhuna dokunarak aldigi ve verdigi, sevkatle sevdigi, merakla sarmalandigi sehirler vardir. Cok degildir belki, ama vardir. Iste biz oyle bir sehirle tanistik. Oyle bir sehiri tanidik, sevdik ve simdiden ozledik. Kalbimizde en guzel duygularla hatirlamaya ve mutlaka tekrar gitmeye soz verdik.

Lubnan’in 8000 yıllık tarihi Fenike’lilere dayanıyor. Romalilar, Misirlilar, 4 asir kadar Osmanli’lar ve Osmanli’nin cortlamasiyle firsati degerlendiren Fransizlar tarafindan yonetilmis. Arap ulkesi olarak geciyor kitaplarda, Arapca konusuluyor ama ozellikle Fransizlarin etkisiyle batiya cok yakinlasmis. Ulkede hemen herkes Fransizca’yi ana dili gibi konusuyor (hatta gencler Arapca yerine kendi aralarinda Fransizca konusuyorlar). Ingilizce de ozellikle gencler tarafindan gayet iyi biliniyor. Kendilerini pek Arap gibi gormuyorlar. Bizim yurdumuza benzer hafif kompleks durumu orada da yasaniyor denebilir. Belki de bu yargi haksizlik olur: Tarihi cok eskilere dayanan, onlarca farkli medeniyet ve kulturle bugunlere gelen bir ulkeye Arap demek ve kenara ayirmak belki de baska bir kompleksin urunudur.

1975-90 yillari arasinda yasanan savastan once dogunun Paris’i olarak bilinen sehir, savastan sonra bu konumunu Dubai’ye kaptirmis. Savasta kursunlanmamis tek bir bina kalmamis. Son 15 yili da savasin goturduklerini tamir etmeye calisarak gecirmisler. Halk kesinlikle baris istiyor. Insanlar gecmisi hatirlamak ve ofkeyi bilemek degil, nedenini bile bilmedikleri ya da anlamsiz bulduklari ve herseyden once gonulden yara aldiklari savasi unutmak ve ulkelerine, bayraklarina ve geleceklerine sahip cikmak istiyorlar. Ofkeyi degil affediciligi seciyorlar.

Bizde terorist orgut olarak bilinen Hizbullah’in orada legal bir partisi var: General Hizbullah olarak siiler arasinda bayagi populer. Ulkede %40 hiristiyan, %60 kadar musluman var (sunni ve sii olmak uzere). Biz genelde din kardeslerimizle takilmadik.

Gunduz biri oraya biri baska yone bakan, kel alaka tarzda binalari ile cirkin bir sehir iken, gece bambaska bir havaya burunuyor. Sehir neredeyse hic uyumuyor İstanbul gibi. Bodrum ya da Istiklal’deki tatta bir gece hayati anlayisi var. Haftaici, haftasonu fark etmiyor. Saat 21:00 oldu mu, hemen her yer doluyor ve atraksiyon kacinilmaz oluyor.

Lubnan’lilar kesinlikle guzel. Esmeri, kumrali, uzunu, kisasi… hepsi ayri vaatler sunuyor. Bu guzellige sempati, dogululara ozgu seksapel, sevkat, sicaklik ve derinlik de katilinca tadindan yenilmez bir durum ortaya cikiyor. Hepsini seviyorum diyorsun:) Sevgili ile gidilecek bir yer degil Beyrut. Ikinize de yazik olur.

Biz 4 gunduzumuzun ikisini Beyrut’ta, ikisini de sehir disina cikarak degerlendirdik. Beka vadisine gittik; Zahlet ve Baalbek sehirlerine. Baska bir gun de Byblos’a. Filistin kamplarini gorduk (ve dehsete dustuk). Geceleri sehir merkezinde ve Monot Street’te takildik. Gunde 2 saat uyuduk. Cok mutlu bir tatil gecirdik. Maalesef donduk. Guzel ve sevgi dolu anilarla…


10 Mart, 2006

mavi yolculuk

1998, Marmaris-Fethiye
Gündelik hayatın açtığı yaraları sarmak için bulduğum yol uzaklara gitmek oldu hep. Başka bir havayı solumak, insanını tanımak, kavgasına karışmak, tanımadık sokaklarda kaybolmak, el yordamı ilerleyip bilinmezi kovalamak, sınırları zorlamak her zaman yaşam sevinci ve umut doldurdu yüreğime. Unutmak, kaçmak, yüzleşmek, çarpışmak... “Ora”dan “bura”ya bakmak...

Hep uzaklarda arıyoruz sihiri; hep uzaklardakini özlüyor, ulaşılmazı düşlüyoruz. Şu tüketim toplumu bakar körler yaratmış. Ayrıntıyı, bir el mesafesindeki fırsatları kaçırmışız.

Üniversitedeki son yaz okulumdan hemen sonraydı. Sekiz kişilik grubumuzla düştük Marmaris yollarına. Mezuniyet derdiyle sınav, ödev, uykusuz geceler neticesinde iyice şaşkın ve yorgun olan ben, teknemiz kıyıdan uzaklaşırken, ardımızda bıraktığımız Marmaris Koyu’na doğru bir sigara tüttürdüğümde farkettim ancak, yeni bir serüvenin eşiğinde olduğumu... Sigaramın dumanını dağıtan rüzgar beni de silkeledi; dert, hüzün, endişe, ne varsa “kara”ya dair, Marmaris koyunda silindi, gitti.

Güneşin şefkatini sonuna dek yaşarken, Keçi Adası’nda bulduğumuz ilk koyda daldık maviliklere. Issız denizin tatlı sallanışları, kış uykusundan yeni uyanabilen bedenlerimizde masaj etkisi yaptı. Balıklar ayaklarımıza her an değecek kadar yakın…

Yaşam yorgunu insanların “ana rahmine dönme” klişesinde ifade bulan çığlıklarını hatırladım. Tembel kulaçlarla bir dalıp bir çıkarken, ana rahminin ancak böyle bir yer olacağını düşünüyordum.

Gece olduğunda teknemiz Ekinciler Koyu’na demirledi. Sahilin sonunda Ekinciler Köyü olsa da, tepemize dolunayı fener yaparak, bir çilingir sofrası kurmayı köye tercih ettik. Mezeler hazırlandı, buzlar atıldı rakı kadehlerine. Dinlendikçe Münir Nurettin'i, daha da “huzur”landık…

Sabah olunca güneş bir buse kondurdu göz kapaklarıma. Yüreğimde kanat çırpan kuşlar… Uyandım.

Dümeni Dalyan’a kırdık. Dalyan’ın içine gidebilmek için Delik Adası önünde küçük bir tekneye bindik. Adını yüzyıllardır doğal kanallar üzerinde yapılan dalyan balıkçılığından alan Dalyan; dağlara oyulmuş kral mezarları, Kaunos Harabeleri, çamur banyosu, İztuzu Sahili’ndeki carette carettaları, kefalleri ve mavi yengeci ile ünlenmiş.

Çamur banyosu için çabalasak da kadınlar hamamındaymışsın hissi veren havuzları görünce vazgeçerek kasabaya döndük. Kaptanımızın söylediği gibi kara tuttu bizi. Doğal ortamımız denizlermiş gibi karayı yadırgadık. Beni Dalyan’da en çok etkileyen Dalyan Çayı üzerinde, sazlıklar arasında yaptığımız yolculuk oldu. Aynı çay kasabayı ikiye bölerek Türk usulü bir Venedik havası yaratıyordu.

Dalyan’a veda ettikten sonra, Fethiye Körfezi’nin en büyük adası olan Tersane Adası’na geçtik. Antik dönemde küçük teknelerin onarıldığı söylenen bu adada, çoktan terk edilmiş eski bir Rum köyünün kalıntıları vardı.

Bir haftalık mavi yolculuğumuz boyunca; Aya Nikola (Gemiler) Koyu, Bedri Rahmi’nin bir taşın üzerine çizdiği rengarenk balığı ile meşhur Taşkaya Koyu, Boynuz Bükü, Ölüdeniz, Kleopatra Hamamı ve eşsiz güzellikteki pek çok koyda demirledik. Göcek’te yemek yedik, Fethiye’de bara gidip saatlerce dans ettik.

Bodrum’a sürülen Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), yakaladığı Anadolu kültüründen duyduğu coşkuyu dostlarına anlatarak mavi yolculuk ateşini yakmış. Sebahattin Eyüboğlu’da isim babalığı yapmış ve Halit Ziya’nın “Mai ve Siyah” ında mavinin simgelediği insani değerler ve paylaşım üzerine mavi yolculuk felsefesini oluşturmuş.

Sanırım mavi yolculuğu benim için çok özel yapan, mavinin içerdiği anlamlar harmonisinde gizli.


Mavi; insancıllığın rengi.
Kaptanımız Kağan, ahçımız Ferhat, miçomuz Zeki ve 8 kişilik yolcu kadrosu ile bir haftalık yolculuğu imaj kaygıları olmadan; sınıf, eğitim düzeyi, yaş, cinsiyet gibi iktidarın tüm biçimlerinden uzak, birbirimizin yüreklerine yelken açarak; konuşarak, tartışarak, paylaşarak geçirdik. Ruhumuzdaki karayı, karada bırakmıştık çünkü.

Hiçbir gece kamarada yatmadık, mehtap ve yıldızların altında yan yana serilmiş yataklarımızda sohbet ederek daldık rüyalarımıza.

Mavi; doğanın rengi.
Bakir hissi uyandıran sularda tabiatın kollarıyla sarmalanmış bir huzur… Ayaklarımız bir hafta boyunca çıplak; suyla, havayla, güneşle dans ediyor gövdemiz.

Mavi; özgürlüğün ve umudun rengi.
Takvim yapraklarına, saatin tıkırtılarına, trafik savaşına gömülmemek… Canın çekince yatıp, sabahın ilk ışığında “merhaba” demek güne... Her tırmandığın tepede başarmışlık hissiyle bağırmak maviliklere… Dolaşmak kalıntılar arasında… ölümden korkmayarak, ölümle barışarak… Özlememek geçmişi, anı yakalayarak.

İçimde koca bir güneş ve güneşin tüm renklerini taşımanın coşkusu ile ayrıldım Ege’den. Eski yaraları sardım, umutlar topladım koylarından.

Mucizeler var yeryüzünde, hem de bir el mesafesinde. Siz de el uzatın maviye.

08 Mart, 2006

ne olursan ol, yine gel


"Gel... gel... ne olursan ol, yine gel.
Ister kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol, yine gel.
Bizim dergahimiz, umitsizlik dergahi degildir.
Yuz kere tovbeni bozmus olsan da, yine gel..."
(Mevlana)


Ozlem Pansiyon* hemen hemen boyle bir yerdir:)

Evsizlere ev, yalnizlara dost kapisi, gurbettekilere vatan, yeni asiklara mekan, mahalleliye sokak aydinlatmasi....

Ne olursan ol, yine gel.
Ozlem Pansiyon'da, sana da, layığına göre bir yer bulunur.
* Arkadaslarinin Ozlem'in evine taktiklari isimdir. Grubun merkez ussu olan ev, sahibinin sinirlari asma ve daha cok dosta ulasma istegi ile, sanal alemde de kendine bir sube acmistir.