15 Aralık, 2008

fotoğraflarla güney afrika

Bayram, yol demektir benim için (ya da yol, bayram demek). Bu bayram da gelenek bozulmadı, ben yine yollardaydım.

Soğuktan kaçtım, ekvatoru aştım, Mandela’nın sıcak ülkesinde türlü maceralara göçtüm...
Yıllardır izlediğim onlarca film ile kalbimde yer etmiş olan Soweto'da dolaştım...
Lion Park'ta yavru aslanları, zürafaları sevdim. Lesedi'de kabilelerle kaynaştım...
GA'nın Las Sun City'sinde dalgalarla oynaştım...
Edeni'de hayvanlar alemine yaklaştım...
Ümit Burnu’nda, bir kez daha el salladım Antarktika’ya...
Dumanlı Cape Town'da şarap içtim, tembel tembel dolaştım.


Soweto'nun Teneke Evleri ve Kıvırcık Bebeleri...

Gölgelerin gücü adınaaa!... Güç ben de artıkkk!!!... Lesedi'de 4 ayrı kabile bir arada yaşıyor, her kabilenin dili, evleri, kıyafetleri ve dansları birbirinden farklı. Günde 2 kez gruplar içeriye alınıyor; köyler tek tek gezdiriliyor. İsteyenler köyde konaklayabiliyor.

Ülkenin kuzeyindeki Edeni Private Reserve, Kruger Park yakınları...

Big Five'ın peşindeyiz... Safariye günde 2 kez çıkılıyor; sabah 5 ve öğleden sonra 4'te. Her tur 3-4 saat sürüyor. Sabahın 5'inde en az gece kadar kara olan Johanness kapıdan dalıyor ve bağırıyor: "Good morninnng! Wake up calll" Uyandırma servisinin böylesi!... Sıkıysa uyanma:)

Varan 1.... Gergedan!

Varan 2.... Bufalo!... Hayvan biraz ters mi bakıyor ne?

Varan 3... Ormanların Kralı Aslaann!... Günün neredeyse 20 saatini uyuyarak geçiren kral, 50 kere de çiftleşebilirmiş. Bu fotoğraftan 2 dk sonra utanmaz amca zevcesini dürttü; biz ne oluyor hişşt, hoopp demeye kalmadan bitti olay.

Varan 4... Beşlinin en seksisi ! Ağaç dallarında yalnız takılan kedi, leopar !

5'te 5 yapmadan dönmeemmmm!.. Varan 5... Fiiiil !.. Hortumuyla ağaçları kökünden söken heybetli filleri bulmak en zoru oldu desem, bilmem inanır mısınız?

Bunlar da safarinin bonusu: Çita ailesi...

İdeal safari sezonu olmamasına rağmen şans bizimleydi; insanların günlerce izini sürdüğü big five'ı ve daha nice hayvanı (zürafa, zebra, impala, su aygırı, börtü böcek ve kuşlar) doğal ortamında gördük. Bir anda hayatımız National Geographic belgesellerine döndü.

Cape Town- Waterfront ve Masa Dağı

Seyahatin son aşamasında ülkenin kuzeyinden en güneyine, Cape Town'a uçtuk. Kimi insana göre 'dünyanın en güzel şehri' olan Cape Town -beklentimin yüksekliğinden mi, şımarıklığımdan mı bilinmez- biraz hayal kırıklığına uğrattı beni. Acun Firarda'dan kalmış en çok aklımda, sabaha kadar süren Long Street eğlenceleri... Muhtemel hafta içi olmasının etkisi, mekanlar sinek avlıyordu. Alemlere akacağımızdan değil, ününü haklı çıkaracak bir sebep aradığımdan dolandım. Orada da bir şey bulamadım.

Cape Town kürekçileri... Dumanlı Masa Dağı yine kaybolmuş.

Afrikan Rivierası, Ümit Burnu yolunda...

Başka bir kıtanın ucunda...


GA'da turizmcilik yapan Ahmet Bey ve Didem Hanım'a buradan teşekkür etmemek olmaz (Adventures Across Africa & Safarilux). Az zamana bunca şeyi, destekleri olmadan sığdıramazdık.

10 Ekim, 2008

auschwitz'in kulleri

Yillar once Coskun Aral ile sohbet ederken insandan, insanin yapabileceklerinden korktugunu soylemisti bana. Bildigimden baska bir sey soyluyor gibi gelmemisti o vakit.

Asagidaki resimler 2.Dunya Savasi sirasinda yaklasik 1.5 milyon insanin olduruldugu, en buyuk Nazi Toplama Kampi Auschwitz-Birkenau'da cekildi. Sadece 65 yil gecti o tarihten bu yana. Cok daha yakin tarihli baska kiyimlar gormedik mi? Bosna'da, Rwanda'da neler yasandi? Bizim basimiza gelmez ama. Felakatler hep baskasini vurur!







Avrupa'nin her kosesinden hayvan tasimada kullanilan trenlerle kampa tasinan esirlerin 4/5'i indikleri anda gaz odalarina yollandilar. Sadece canlarini almadilar, kalanlarin onurlarini da kirdilar.

Tadeusz Borowski Auschwitz'ten sag kurtulmayi basaran Polonyali bir sair. 1951 yılında gaz sobasından, gaz soluyarak 28 yaşında yaşamına son verir. Pek coklarinin hikayesinden cok da farkli degildir onun hikayesinin sonu.

500-600 kisinin yasadigi barakalarin icinde tuvalet nasil mi olur? Iste, boyle!

varşova varşova duy sesimiziiii

Eski bir bitli turist olarak, 2 yil onceye duyulan ozlemle biraz da; hostellerde kalir, yine yalniz ve yine plansiz programsiz serseri bir seyahat yaparim dedim. Ama 6 ay ama 1 hafta, sureden bagimsiz olarak her durumda en az 20 kg yuklemeyi basardigim emektar Samsonite ve ben ciktik tekrar yollara. Ucagin kalkisina 3 saat kala ilk gece kalacagim kesin olan Varsova’nin popular hosteli Oki Doki’de yer ayirttim. Ilk arastirma itibariyle hostel denen yerlerin 5-10 USD arasi degisen fiyatlarda oldugu Guney Amerika’yi unutmam lazim geldigini anladim. Soz konusu ulke Polonya ise, merkeze uzak olmayan bir muhitte single oda fiyati 40-45 USD’den basliyor.

Backpacker’lar aleminde icindeki 2 masalik barda, seksi kizlarin dans etmesi munasebetiyli unlendigini sandigim Oki Doki Hostel’in, oldukca yuksek tavanli ve asansorsuz bir binanin 3. katinda oldugunu 23 kg’lik bavulla kapida kala kaldigimda aci bir sekilde ogrendim. Bavulu tasimam icin bana yardimci olabilecek birilerinin olup olmadigini sordugumda resepsiyondaki sarisin kizlarin alayci bakislari gorulmeye degerdi. Bildigim tum kufurleri icimden sayip kan ten icinde hostele tirmandigimda acaba yollardaki eski guzel gunler bir yanilsama miydi diye dusunmeden edemedim. Sanirim o an Varsova’yi fazla sevmemeye karar verdim.


Tum eski sehirlerde oldugu gibi burada da bir Old Town vardi. Gecmiste fotograflarini gordugum ve pastel renkli binalariyla begenimi kazanmis meydani bulmam pek de zor olmadi.
Meydanda gezerken sirtlarinda Efes Pilsen yazan kirmizi beyaz esortmanli bir kalabalik gordum. Hemen gittim yanlarina... Turkiye Bayan Milli Futbol Takimi !!
"Abblaaa, sen bu soguga para verip niye geldin, kafayi mi yedin?", "Abblaaa, sen yalniz mi geziyorsun?", "Abblaaa, sence onun saci mi guzel, benim ki miii?", "Abblaaa, senin yasin kac?", "Abblaaa, macimiza gelicen mii?".
Eglenceli bir tanisma oldu:)

Buyrunuz, Bayan Milli Futbol Takimi kizlarimiz :)

07 Ekim, 2008

hayattayim !

Sevgili Okur,

Uzun aradan sonra merhaba! Onca seyahatten sonra gezmekten sıkıldım sanilmasin. Isimin izin verdigi olcude, kisa vur-kac seyahatler ile oyalanmaya calisiyorum.

Nisan’da daha once hic gitmedigim Cunda Adasi’na gittim mesela. Haftasonu kacamagi idi ama yollarda yasanan gariplikler, sahane yol arkadaslarim ve Cunda’nin beklenmedik gece hayati (!) ile bayagi bir muhabbet konusu cikti bana.

Mayis’ta kardesin mezuniyeti bahanesiyle Pansiyongiller olarak cekirdek aile ABD’ye gittik sonra. O da Binghamton, Fort Lauderdale ve NYC’yi kapsayan -9 gunde 3 sehir- cok akil kari olmayan cilgin bir seyahatti. Tatilin onlarca saati yolda, havada ve alisveris merkezlerinde gecti. Bir gunu de mezuniyet toreninde. Kardesin aslinda mezun olamadigi ilerleyen gunlerde belli oldu. Onlarca saatlik ucak ve araba yolculugundan sonra Binghamton’daki ilk gecem, sapti kardes otel ayarlayamadigi icin yurt odasındaki yer yataginda gecti. Bol yildizli otellerden hostel dormlarina, helikopterlerden esek-deve gibi hayvanlarla ulaşıma genis bir yelpazede seyreden seyahat kosullarima, o gece bir de ‘yurtta, sisme yer yataginda uyumak’ eklendi. Meselenin komik yani sabah kalktigimda popo kasimin tutulmus olmasiydi. Doktor olan Abla Pansiyon'un kas gevseticileri sagolsun, 2 saat sonra 'katlı durmak' disinda bir pozisyonda da yasama devam edebilir hale gelmistim! Seyahatin diger hatirda kalir bolumu NYC’de universite arkadaslarimla yasadigim harika reunion oldu. Iki gece 1 gunluk NewYork bulusmasi her zamanki gibi yillarca konusulacak anilar doğurdu.

Haziran sonuydi galiba, Kirkpinar Guresleri icin Onur ile haftasonu Edirne’ye gittik. Kesinlikle cok eglenceliydi! Bana bir tarafiyla gulenlere ben de bilmukabele ediyorum. Dunyada 3-5 ulke gezdikten sonra fark edecekleri uzere mahalli renkler gunden gune soluyor. Ulkeler, sehirler ve hatta insanlar giderek birbirine benziyor. Kırkpınar'lar bizim kesinlikle sahip çıkmamız gereken renkler...

Temmuz basiydi, Aysil ile kafamizi dinlemek ve birazcik da dogaya yakin olmak uzere Bati Karadeniz’e dogru yola ciktik. Bir uyur bir uyanik Zeki Muren, Sezen Aksu sarkilari esliginde yolculuk ettik. Kefken, Kerpe, sonunda da Agva. Dingin, huzurlu, derin mevzulara girdigimiz guzel bir haftasonuydu.

Tum Turkiye ve arkadaslarin cogu Cesme’ye aktigindan Temmuz sonu 5 gunumu Cesme’de gecirdim ben de. Bunca insan yaniliyor olmamaliydi. Biraz da deniz, gunes, kokos plajlar koydum tatil sepetime.

Agustos is icin Antalya, Eylul Bitez’de kankalarla reunion derken yaz bitti bile. Bodrum anilarini asagiya ayrica ekledim.

Bayram tatili ve Berlin’de yapilacak bir kongre vesile oldu. Gecen haftayi Polonya’da gecirdim. Yine tamamen uykusuz, yine ziyadesiyle yorgun, yine kervan yolda duzulur mantiginda onumdeki gunlerde ne yapacagim tamamen belirsiz olarak yollara dustum. Polonya hakkinda pek bir sey bilmedigim, gitmek icin de ozel bir duygu beslemedigim bir ulkeydi. Ayip etmisim. Her gezginin mutlaka ilgisini cekecek bir seyler bulunur Polonya’da. Ozellikle Auschwitz Ölüm Kampı çok etkileyiciydi.

Arkası yarın! Sevgiyle kalın :)

10 Eylül, 2008

peyami amca

Bodrum-Bitez'de okaliptus ağacının altında kocakafalık yapıp kitap/gazete okumaktayızdır Aslı ile. Tipini Aydın Boysan'a benzettiğim için çok kısa bir ara ilgimi çekmiş bayağı yaşlı bir amca "Gençler, çay içer misiniz?" diye seslenir karşı masadan. Hığ mığ derken sandalyeyi çekip yanımıza oturur. Kırkbeş gün önce eşini kaybetmişliğinden, cana ve sese muhtaç kalmışlığından, yaşlılığın çok fena bişey olmuşluğundan bahseder. Eşi Peruluymuştur, amca NYC'de yaşamaktadır, tek can dostu olarak köpeği Baby kalmıştır. Bir saat önce kendi kendine melankoli yapıp ağlarken Aslı'nın onu görüp gazetenin arkasına saklandığını sanmaktadır.

Yaşlı ve hayatta yapayalnız kalmış amca kalbime dokunur. Böyle durumlarda asla ne yapacağını bilemeyen Aslı olayların dışında ve mümkünse suskun kalmayı tercih eder. Amcaya birazdan taziye için bir misafiri geleceğini öğreniriz. O yüzden rakısını yanımıza gelmeden kaldırtmış, yerine demleme söylemiştir. "Arnavutlarda hörmet böyledir" der Peyami amca. Eski FB azalarından, Hürriyet NY'un kurucularından olduğunu daldan dala uçarken öğreniveririz. Sohbet ilerledikçe (muhabbetin 3. dakikasında biz yukarıdaki tüm info ve fazlasına sahip olmuşuzdur) Peyami amcanın muhabbeti de ilginçleşmeye başlar.Tanışıklığımızın 5. dakikasında arkadaş taziyeye gelir.

Zeki Bey 5 dakikadır -kendi ifadesiyle Peyami manyağına- dayandığımız için bizi alkışlar. O dakikada amca Peyami, kanka Peyamiiii olmaya doğru süratli adımlar atmaktadır. Aslı'yı gazete okurken izlediğini, bu seyir sürecinin çok hoşuna gittiğini filan anlatır (İç ses: Amca Aslı'yı karısına mı benzetti? Amca burada tam olarak ne demek istedi?). Zeki Bey devreye girer, Peyami'nin çapkınlığına dair ilk tüyoları onun müdahalesinden anlarız. Aslı'nin evli olduğunu öğrenince beni yeni karısı yapıp NY'a götürmeyi teklif eder. Gideymişim onunla, beni internasyonel bir insan yapaymış:)

Peyami amca yanımızdan geçen 2 taş Rus kıza bakarken efendi Zeki Bey'den paparayı yer: "Daha eşinin 40'ı dolmadı. Yuh sana Peyamii". Şaşkın bakışlarımız arasında kızlar masaya oturur, Peyami amca kahkayı basar ve bana give me five yapar. "Ogllumm, bunlar bizim kızlar. Rakı-balığa gidiyoruz birazdan, masa hazır. Hahaha." Peyami amca 3 gün kalacağı İstanbul'da bizi balıkçıya götürmek için çok diretir. Aslı'nın varlığı beni adam etmiş olmalı ki, oralı olmam. Veda anı geldiğinde bayağı bir sarılışırız. Peyami amca ilk göz ağrısı Aslı'ya boşanırsa kendisini bulmasını söyler. Gamzelerinin birinden rakı, birinden su içmek için ayda 1000 dolar vereceğini de eklemeyi unutmaz:)

Ahh Bodrum anıları, Bodrum insanları ... Kitap çıkar, kitap:)

06 Ocak, 2008

pansiyon aşıkları

Pansiyon fabrika gibi aşık üretiyor. Cuma gecesi kına gecesi de gördü. Yakında Telli Mama olarak adım çıkacak:)

Pansiyon'a taşınmak bir dönemin başlangıcıydı benim için. Sanıyorum çevremdeki insanları da en az beni olduğu kadar etkiledi. Önce Y'li dönemini yaşadı Pansiyon. Cuma akşamdan bohçasını alır gelirdi Y. Sabahlara kadar alemlediğimiz son gençlik çırpınışları... Pazar gece dönerdi evine. Boşluğu kalırdı. Bencildi, şımarıktı, "bana hep bana" idi, renkliydi. Çok dostum oldu ama hiç kimseyi Y'yi sevdiğim gibi bir sempati ile sevmedim. Y dönemi kocaya kaçmasıyla bitti. Kalbim kırık kendimi yollara vurdum. Onsuz bir hayat yeterince eğlenceli değildi.

Sonra A. dönemi başladı Pansiyon'un. Başta sadece ortak arkadaşları olan ve birbirini çok az tanıyan insanlar idik. Yurtdışında yaşamasına rağmen bir ayağı sürekli Pansiyon'da olan A. ile dostluk, bu ziyaretler sırasında gelişti. Ben neysem o tam zıddı gibi duruyordu. Ben uçarı, onun ayakları düz taban kadar yerle temasta. Ben çaktırmayan bir romantik, o kimliği tamamiyle ortada gerçek bir pragmatik. Ben ultra dokunmatik, o ihtiyaç anında kafaya maksimum 'pat pat'. Ben oryantalist, o bayağı Amerikalı. Ben rüzgarını bekleyen yelkenli, o motorlu gemi (Gittiği yere kendiyle onlarca kişiyi de sürüklemiş). Ben 'bir ağaç gibi tek ve hür', o 'bir orman gibi kardeşçesine'... Çabamız ortaktı ama. Hayata tutunma mücadelemiz, dert edindiklerimiz, vefamız ve sevgimiz...

Damla damla sızdı, santim santim yer etti hayatımda. Sabırla. Kapıdan kovaladım, "Biliyorum. sen de istiyorsun" diyerek bacadan girdi. İstiyordum gerçekten. Nereden bildi? Hayatta hiç kimsenin göstermediği emeği harcadı bana. Analiz felci kişiliği ile beni tanımaya, anlamaya çalıştı, bulduğu şeyi sevdi ve sahiplendi. Kimsenin şımartmadığı kadar şımarttı beni.

Dostluklarda sevgi kadar rekabet de oluyor maalesef. Bu rekabet duygusu bizi farketmeden yarışlara sokuyor, bazen kıskançlık doğuruyor. Bizimkisi rekabetsiz, kıskançlığın olmadığı bir dostluk. Çok güçlü bir kadın o. Yine de ona bakınca için şefkat doluyor. Bugün sahip olduğu mutluluğu alın teriyle, sabırla, yetenekleriyle, zekasıyla, fazlasıyla hak ederek elde ettiğini bilecek kadar tanıdım onu. Kendisi için istediği her güzel şeyi benim için de samimiyetle dilediğine inanacak kadar güvendim.

İsteyerek becermesem de bir şekil vesile olduğum A-B ilişkisi, dün gece düğün dernek resmiyet kazandı. Ben de şahitlik ettim bu sevgiye ve birbirlerine iyi/kötü gün için verdikleri söze. Bir Pansiyon çifti daha evliliğe adım atmış oldu. A'ya göre "double income olur, ev alınır, çoluk çocuk yapılır, evlilik iyi bi şey". Böyle bakınca evlilik fena bir fikre benzemiyor gerçekten:) Çok dostum oldu benim. Ama A. ile yaşadığım şey tam onun tarzı, 'kardeşçe'. Geçmişimiz uzun değil ama geleceğimizin olmasına kararım kesin. Özlem'siz bir evlilik hayatını aklınızdan bile geçirmeyin:)

Gelelim Damat Bey'e. Uzun zaman B'nin nerede olduğunu merak edenlere sonunda zevkle gerçeği açıklıyorum. B. artık dünyaevinde!:) Kendisini tanıdığımda dünya seyahati yapan, paraşütle filan atlayan seksi bir gezgin gibi görünüyordu. Türkiye'ye döner dönmez yakasına yapıştım. Pansiyon'dan geçmeyen dünyanın kaç bucak olduğunu anlamaz dedim. Hakikaten gidilesi bucakları burada tamamladı:) Sandığımız şey (genç kızların sevgilisi, özgür ruh, vahşi cazibe!) olmadığı tez zamanda ortaya çıktı. Evcimen, hafif şapşi, mülayim bi çocuk. Ama dünya tatlısı. Bu kadar mı huzur verir bir insan, bu kadar mı kavgasız, barışık, yumuşak, sevilesi olur? Önce ben tanımış gibi görünsem de bakmayın, B'yi bana kazandıran kişidir A. Yoksa o çoktan benim keskin dilimden topuklayıp kaçar, ben onu çoktan 'sıkıcı'lar sınıfına koyup uzardım. Bazı ilişkilerin zamana ihtiyacı var. Bizim zamanımız A. sayesinde Pansiyon'da tamamlandı. Benim için çok önemli bir dostum daha oldu.

Pansiyon aşıklarıyız biz. Mutlu bir aileyiz. Ağaç gibi hür, orman gibi kardeşiz.
Bu ailede kim kime daha çok aşık belirsiz:)

03 Ocak, 2008

çıldır gölü'nde bir yılbaşı gecesi

(2008'e girerken)

Yılın son günü, geceden vardığımız Çıldır Gölü’ndeki misafirhanede gözlerimizi beyaza açıyoruz. Her yer alabildiğine beyaz. Göl gerçekten de donmuş! Manzara kar, kar, kar...


Global ısınma etkisiyle mevsim normallerinin üstünde olan sıcaklık (geceleri yaklaşık -25 derece!) yüzünden göldeki buz kalınlığını ancak 30-40 cm’miş bu yıl. Bu kalınlığın besili şehirli bedenlerimizi taşıyacağını umarak donmuş gölde balık tutma fantazisini gerçekleştirmek üzere kendimizi göle atıyoruz. Gerçekten de birileri buzları kazmayla kırıyor, ağlarla balık tutuluyor. Çıldır Gölü donmadan önce ağlarını göle bırakan köylüler, daha sonra ağları çıkarmak için kazma, kürek veya motorlu testereyle buzu keserek ağları çekiyorlarmış. Ağa takılan balıkları toplandıktan sonra ağlar yeniden göle bırakılıyor.


Hava o kadar o kadar soğuk ki, dönüş yolunda atların üzerine atılan battaniyeyi kendi üzerimize kızak ile otele dönüyoruz.

Yılın son günü... Anlamadan geçti bu yıl. Çok şey oldu ve hiçbir şey olmadı. Yaşın kaç diye soranlara “en seksi yaştayım” esprisi de yapılamayacak artık; 34'e üç kaldı. 2006’da hayatımdaki tüm taşları yerinden oynatmış, kendimi yollara vurmuştum. 2007 ise taşları yeniden oturtmaya, yeni bir düzen kurmaya çalışarak geçti. İşte hayatımın özeti: Yap-boz-bi daha yap! Devinime ihtiyaç duyuyorum, bununla besleniyorum demek ki. Her sabahın bir gecesi olmalı. Her baharın bir kışı. Nasılsa yeniden doğar güneş. Nasılsa yeniden açar çiçekler... Yaşadığımı ancak böyle anlıyorum.

Yıl kapanışı hesaplaşmalarına girişemeyecek kadar meşguldum 31 Aralık’ta. Yılbaşı kutlamamız erken başladı. Bir grup şarap içip bezik oynarken otelde, bir grup çoktan yılbaşı yemeğinin yeneceği Atalay’ın Yeri’ne doğru göl üstünde yürüyüşe başlamıştı. Tahmin edilebileceği üzere ben bezik/şarap grubuyla takılıp restorana araba ile gittim:)

Atalay Bey’in küçük, salaş, sevimli ve samimi restoranında grubumuza kurulan masa mekanı bir boydan bir boya kaplamış. Çocukluk hatıralarımı canlandıran küçük bir soba mekanı ısıtırken, tavanda balonlar... duvarda Uğur Yücel, Kenan İmirzalıoğlu gibi sanatçıların mekanda çekilmiş fotoğrafları... Restoranın arka tarafındaki küçük bölümde diğer misafirler rakıya, muhabbete ve türkülere başlamış bile. Duygu dolu bir ses Âşık Tüccari'den, Âşık Şenlik’ten türküler söylüyor. Kapıyorum Arif ve saz çalan arkadaşını kolundan, bizim bölüme götürüyorum. Bizim ruhlarımızın da biraz türküye ihtiyacı var!

Dü çeşmim kan ağlamaktan gözlerim yaş incidir / Kadir kıymet bilmeyenler yaren yoldaş incidir / Dinle sözüm al nasihat konuşma cahil inen / Cahil de bir kem söz var ki değse bir baş incidir

Akşamın ilerleyen dakikalarında gözlerim doluyor derinleşen muhabbetten. Atalay Bey yanıma yaklaşıyor, "gittiğin yerden geri dön" diyor. Nereye gittim bilmiyorum, ama duygulu topraklardayım. Modern hayat en çok da ruhlarımızı felç ediyor galiba. Koşunca duygu eksik kalıyor. Birkaç saat içinde bir sürü anı birikti bile. Sanıyorum gece yarısı gelmek üzere. Saat sadece 19:30'muş.

An geliyor, restoranın arka bölmesindeki diğer misafirler de bize katılıyor. Önce 70 yaşlarındaki emekli Yılmaz Öğretmen ve arkadaşları... Ardından yakındaki ilköğretim okulunun 2 genç öğretmeni. Belli ki okullarından yeni mezun olmuşlar. İdealist ve temiz gözlerle bakıyorlar bize. Burada öğretmenlik yapmayı isteyerek gelmişler. Okulun 91 öğrencisinin hayatlarında bir fark yaratma şansları var. Onların kocaman dünyası yanında benim dünyam küçücük. Bakarsınız an gelir, Pansiyon kendini Anadolu'nun bir köyünde buluverir. Hikayemin sonunu ben bile merak ediyorum bazen.

Dışarıya göle çıkıyoruz. Atalay Bey buzun üzerinde ateş yaktırmış. "Rakı şişesinde balık olsam" dizesi böyle bir andan sonra yazılmış olmalı. Diğer adıyla Kükreyen Göl'de "bakalım kim kükrüyormuş?" diyerek karanlığa yürüyorum. Doğa vahşi. Gıcırdayan buzların sesine, kurtların ulumaları eşlik ediyor (Ya da ben hayal kuruyorum, gaipten sesler duyuyorum! :))Gün boyu arabayla geçtiğimiz yollarda 3-5 tilki görmüştük.

Yeni yıla girmek üzere otelimize dönüyoruz. Ekibimiz ilginç karakterlerle dolu. Akademisyenler, gazeteciler, sanat okuyan gençler vs... En düz karakter ben gibi duruyorum. Böyle bir ekip ile mantık yürütme oyunu oynadığınızı düşünün. Bir önceki gece ebe olmak suretiyle başka bir oyuna bulaşmışlığım ve boyumun ölçüsünü almışlığım vardı aslında:) Doymamışım belli ki. Yeni yıla dakikalar var, başladık başka bir oyuna. Oyunun tek numarası doğru yanıtları sıralamada bir sonraki kişinin vermesi. Yani ebe bana soru sorduğunda, aslında ben bir önceki kişiye sorduğu sorunun yanıtını veriyor olmalıyım. İlk turda uyukluyorum, sıranın bana geldiğini bile anlayamadım bile. Şopararak ve kopya alarak savdım sırayı. Tabii, ekip sol omzuma bir çentik atıverdi hemen. İkinci tur dönerken sıra bana geldi yine. Bir önceki turun acısı, pür dikkat dinlemişim. Yanıtı kendimden %100 emin hemen verdim. Zırt tokai! Doğru yanıtı verdiğimi biliyorum ama grup benimle hemfikir değil. Artık hem şaşkın hem de inatçı olduğumu düşünen grup iyice sinirlendi. Bildiğim 7 milyar insan üstüme gelse, doğru doğrudur:)

Zekamdan şüpheli insanlara direnmeye çalışarak girdim 2008'e. "Yeni yıla nasıl girersen öyle geçer" efsanesi doğru ise eğer... bu bloga bu sene bol dram akıtacağım garanti demektir:)

Karlı Çıldır'dan kulağımda yanık türkülerle döndüm... Bir yılı da böylece kapatmış oldum.

Türkü olsam dillerde, diyar diyar dolansam...

Hepinize iyi seneler, bol gezmeler diliyorum.

02 Ocak, 2008

'çıldır'maya az kaldı, doktorum nerdee?

Kars seyahati (Aralık'07)
Hastayım. Uykusuzum. Yorgunum. Hazırlıksızım. Gel dediler, gidiyorum. Nerede kalıyoruz, ne zaman dönüyoruz, ne yapmaya gidiyoruz haberim yok. Açıkçası önemli de değil. Tek bildiğim bir ara donmuş Çıldır Gölü’nde balık tutacağımız. Benim fantazim değildi ama duydugum an sahiplendim. Bayağı ‘havalı’ bir aktiviteye benziyor şu balık tutma işi. Hem bunca sene yılbaşlarında eller havaya yaptık. Bu yıl da alternatif bir yol deneyelim. Belki makus talihimiz dönüverir, kim bilir:)


Uçaktan indiğimiz gibi rehberimiz Celil ve şoförümüz Selçuk 17 kişilik grubumuzu havaalanında alıyor ve Ermenistan sınırında yer alan Kars’a 40 km uzaklıktaki Ani Harabeleri'ne götürüyor.

Benim için adı gibi “ani” oldu bu gezi.
Sokaklara çıkmadan birkaç saat uyur, kıyafet değiştirir, -20 dereceye bedenen ve ruhen hazırlanmak için zamanım olur sanmıştım. Yanılmışım. 5 günün içinde sıcaklık Fas’ın 20 derecesinden Kars’ın -20’sine inince hasta bedenim yerlere seriliyor. Aksırıp-öksürmekten başım dönmeye başlıyor ve gözlerimden yaşlar akıyor. O kadar üşüyorum ki hani orada donarak ölüversem kurtulacağım. Ne harabe gördüğüm var, ne rehberin sesini duyduğum. Zaten yüzüm şişti, gözler iyice küçüldü.

Yavaşlayan beyin fonksiyonlarımın arada yollayabildiği sinyal “Canını seviyorsan kaç”. İlk uçağa atlayıp dönmekten başka bir isteğim yok.


Enerjik grup kalıntılar arasında yürüyor. Ben şoförü kafaladım, harabeyi minübüsle geziyorum. Ermenistan nehirin karşı kıyısı. Türkiye ile sınır kapısı bulunmayan ve vizesi burada alınamayan Ermenistan’a bir ara gitmeye karar verirsem Gürcistan filan kasmak super anlamsız diye düşünüyorum. Yapmam gereken tek şey yürüyerek dereyi geçmek. Gelecek planları yapabiliyorsam hala, demek ki ölmeye o kadar da yakın değilim. Akşam şehre dönünce ilk yaptığım şey kendime bir saloped almak. Kırmızı pantolonla Apikoğlu salamı oldum, ama Allah’ıma bin şükür, yaşayacağım.

Akşam Kars’ın merkezindeki Ocakbaşı’nda kaz yiyoruz. Kars’ta kaz yenirmiş. Bayıldım diyemeyeceğim fırında kaza, maksat gelenek bozulmasın. Restorandan sonra barvari bir mekanda çay içelim diyoruz. Ekip gençlerle kaynaştı, tam bölge danslarını kapacağız jandarma baskına geliyor.


Buralara kadar gelip İshak Paşa Sarayı görülmezse yazık olurmuş. Günün 7 saati yolda geçecek demek. Oysa ben içten içe şömine önünde kedi gibi yuvarlanmayı hayal etmişim. Elveda “şömine önündeki kıvrılan kediyim” hayallerim. Zaten hangi şömine? Sanki Uludağ’dayız. Böylece gezinin 2. günü Doğubayazıt’a doğru yola koyuluyoruz. Soğukta mikrobun barınamadığı doğru galiba. Önceki güne göre kesinlikle çok daha iyiyim. Iğdır’dan, Ağrı Dağı eteklerinden geçiyoruz. Hava sisli, Ağrı Dağı nazlı. Bir türlü zirvesini göstermiyor bize. Yeniden buralara dönebilmek için güzel bir neden bulduk diyoruz, takılmıyoruz sise.