30 Aralık, 2009

uzaklar çağırınca

"Seyahat etmek için 10 harika bahane" dizisine biraz ara verelim ve seyahat kitapları serisine dönelim.

Orhan Kural, Türkiye'de gezgin deyince ilk akla gelen isimlerden biri. Kendisiyle hiç tanışmadım, tanışmak için de bir teşebbüste bulunmadım. Gezginliğin yayılması adına bu ülkede önemli işler yapmış kişilerden olduğunu söyleyebilirim.
Orhan Kural'ın kitaplarından birkaç tanesini okudum. Bunlardan biri olan Uzaklar Çağırınca'da sevdiğim bir yazı var, paylaşmak istiyorum sizinle.

Dünyada eğer 100 kişi yaşasaydı!
Dünya nüfusunu, 100 kişilik bir köy kadar küçültebilseydik dağılım şu şekilde olacaktı: 57 Asyalı, 21 Avrupalı, 14 Amerikalı ve 8 Afrikalı.

Bunların 52'si kadın, 48'i erkek olacaktı. 30'u beyaz, 70'i beyaz olmayan, 30'u Hıristiyan ve 70'i Hıristiyan olmayan olacaktı.

6 kişi bütün servetin %59'una sahip olacaktı. Ve bunların hepsi ABD kökenli olacaktı.

80 kişi kötü evlerde yaşayacaktı, 70 kişi hiç okuma-yazma bilmeyecekti.

Sadece 1 kişi bilgisayar sahibi, 1 kişi de -evet, sadece 1 kişi- üniversite mezunu olacaktı.

Eğer bu sabah hastalıklı değil de sağlıklı uyanmış iseniz, bir hafta sonrasını göremeyecek olan 1 milyon insandan daha şanslısınız. Bir harp tehlikesi, işkence görmek ihtimali veya aç kalma korkusu ile karşı karşıya değilseniz, 500 milyon insandan daha iyisiniz. Buzdolabınızda yiyeceğiniz, üzerinizde elbiseniz ve başınızı sokup uyuyabileceğiniz bir eviniz varsa, dünyadaki insanların %75'inden daha zenginsiniz. Bankada ve cüzdanınızda para varsa, dünyanın en imtiyazlı %8'i arasındasınız. Bir de anneniz, babanız sağ ise, siz bu dünyadaki "nadir" kişilerden birisiniz!

Genç Gezginler Seyahat Bursu başvurusunda son haftaya girdik. Uzakların çağırdığı genç gezginler, davranın artık!

29 Aralık, 2009

seyahat etmek için 10 harika bahane (4)

Seyahat; yok zaman makinasıyla tarihte yolculukmuş, yok doğanın mucizeleriymiş, yok manevi güçmüş. Tarih, coğrafya, felsefe ve psikoloji öğretmenleri sanki el ele vermiş. Cıkcık. Genciz biz, gençç... Deli kanlıyız! Kasvet bastırma bizee Özlemmm...

Sona sokladığım en eğlenceli bahane sizin için geliyor gençlik! Biraz dağıtalım baş öğretmen ortamını.

(4) Seyahat, gözü gönlü açar.

Konu mankenlerimiz: (1a) Hollandalı genç (1b) Ekvadorlu genç (2a) Venezuelalı genç (2b) Brezilyalı genç (3) Rüzgar kadar hızlı, kaplan kadar güçlü, yılan kadar esnek Brezilyalı Capoera dansçıları (seviyoruz onları!) (4a) Amerikalı genç (4b) Alman genci. (Kusura bakmayın beyler, benim arşivden sizi motive edecek fotoğraflar çıkmadı:P)

Burs başvuruları için kaldı 8 gün! Bitse de, hepimiz bi rahatlasak:)

27 Aralık, 2009

seyahat etmek için 10 harika bahane (3)

Birkaç gün önce yakın arkadaşlarımla hayat üstüne yaptığımız klasik konuşmalardan birinde muhabbet güç meselesine geldi. Güçlü olmak neydi, ben hayata yaklaşımımda güçlü olmayı kendime niye referans nokta olarak koyuyordum? Koysam da aslında o kadar da güçlü değildim. Mesela kendileri gibi şaptilerin bile beni üzmesine izin veriyordum, demek ki o kadar da güçlü değildim (Yeterince güçlü olmamama dair verilen örnek, sevdiklerimin beni üzebilme kabiliyetinin olması:))

"Neyi arıyorsan O'sun" demiş Mevlana. "Zulmü arıyorsan zalim, aşkı arıyorsan aşık". 2006 senesinde, kurulu düzenimi terkedip yollara düştüğümde, görüntüde elimde hemen her şey vardı. Şu an bindiğim kadar iyi bir arabayı çalıştığım şirket bana vermişti, şu an yaşadığım evde-Pansiyon'da- yaşıyor, arkadaşlarımca şimdikinden daha az sevilmiyordum. Pazar günleri ata binmeye gidiyordum Zekeriyaköy'e. Paranın alabileceği güzel ve konforlu yurtdışı gezilerine çıkıyordum. Para anası değildim elbet ama hayatta lüks sınıfına girecek pek çok şeyi hesap yapmadan alır kıvama gelmiştim. Bunu elde etmek için haftada 7 gün, günde 15 saat çalışmak da bana pek koymuyordu, aileden böyle görmüştük biz. Yoktan var etmek için çalışmak gerekir ve alın teri dökmek yaşama değer katar.

Bu koşulları bıraktım ve yukarıdaki koşullara attım kendimi. Ne için? Zayıflayan öz saygımı, yaşam sevincimi ve yaşama devam etme gücünü tekrar kazanmak için.
'Allah insanı gördüğünden ayrı koymasın' denir; dua mı, beddua mı belli değil. Hayatta hep yukarı çıkmak mümkün olmadığına göre, gördüğünden ayrı düşmeyen insan olsa olsa yerinde sayandır. Bazen aşağıya inmek, yukarıya çıkmaktan çok daha geliştirir oysa ki.

Aşağıdaki fotoğraflar arasındaki farkı sizin yerinize ben söyleyeyim: Birinde yokluk var, diğerinde varlık!Varlıkta yokluğu, yoklukta varlığı yaşadım ben. Güzelken sinekleri çektim. Zenginken asalakları. Niye çektiğimin her zaman farkında oldum. Severken terketmeyi bildim. Canım yanarken ah etmeden ağlamayı. Varlık ve yokluk arasındaki her gidiş-gelişim yaşamı yorumlayışıma yeni bir bakış kattı. Seyahat yaşamın değerini bilmektir. Seyahat küllerinden doğmaktır. Seyahat karanlıkta güneşi çıkarmaktır. Seyahat yalnızlıktır. Seyahat yokluktur, yoklukta gerçek varlığın bilincine varmaktır. Seyahat ruhunu bulmak değil, güzel bir ruh yaratmaktır.

(3) Seyahat güçlendirir. Ve bu gücü hayat boyu kimse sizden alamaz !

Genç Gezginler Seyahat Bursu gitti gidiyor!.. Son 9 gün!!

24 Aralık, 2009

seyahat etmek için 10 harika bahane (2)

(2) Seyahat, doğayı keşfetmek ve mucizelerine tanıklık etmektir.

Benim çöl namına bildiğim Yeşilçam sinemasının tüm çöl sahnelerinin çekildiği Kilyos kumlarıydı eskiden. Yanardağ patlamalarını ise Hollywood filmleri öğretmişti az buçuk. Şelale denince de aklıma Manavgat ve Düden gelirdi.

Çölün ne menem bir şey olduğunu dünyanın en kurak yeri olan Atacama'da yaşadım. Yanardağ patlamasından kaçanlara Ekvator'da rastladım. Venezuela'da 1 km yüksekten dökülen Angel Falls'u gördüm, Brezilya'da 2.7 km genişliğindeki Iguasu'nun güzelliği fesimi havaya zıplattı.

Fotoğraflar; Bolivya Altiplanosu'ndaki geyserler, Uyuni Tuz Gölü'ndeki adanın 1200 yaşındaki kaktüsleri, Ekvator'da aktif bir yanardağ
Fotoğraflar; Şili-Atacama Çölü, Brezilya/Arjantin-Iguasu, Brezilya Amazon Nehri, Bolivya AltiplanosuFotoğraflar; Brezilya-Rio de Janeiro, Venezuela- Canaima Ulusal Parkı & Gran Sabana

Yirmili yaşlarımda bilmiş bilmiş tükürdüğüm "dünyada beni hiçbir şey şaşırtamaz" lafını, yollarda yaladım yuttum. Doğa beni şaşırttı... fena şaşırttı.

Genç Gezginler Seyahat Bursu başvuruları için son 13 gün!

22 Aralık, 2009

seyahat etmek için 10 harika bahane (1)

MAKÜ'de yaptığım sunumun bir bölümünde "Seyahat etmek için 10 harika bahaneyi" fotoğraflar ve bu fotoğrafları çektiğim ya da derlediğim zaman aklımdan geçenlerle anlatmaya çalıştım. Onlarca şahane bahane daha sayabilirdim elbet; bu maddelere en önemsediğim nedenler olarak değil, üzerine muhabbet üretmek için bir zemin arayışı olarak bakın.
(1) Seyahat; zaman makinasıyla tarihte gezintiye çıkmak gibidir!

Aşağıdaki fotoğraflar sırasıyla; Bitlis-Ahlat, Batman-Hasankeyf ve Ürdün-Petra'da çekildi. Hem bu ülkede, hem de dünyanın hala çeşitli yerlerinde insanlar mağaralarda yaşam sürdürüyor.

Bu fotoğraflar ise; Ekvator, Bolivya ve Venezuela'nın Gran Sabana bölgesinden. Sağ altta göreceğiniz resim büyücü doktorun muayenehanesi!

Tayland'ın kuzeyinde çekilen bu fotoğraflarda, boyunlarına halka takan Karen kabilesi kadınlarını görüyorsunuz. Her ne kadar köye cep telefonu ulaşmış ve kabile farklılıklarını turistik bir satış unsuru olarak korumaya eğilimli görünse de, bu manzaranın milenyum manzarası olmadığı kesin.

Konuşmanın bir yerinde Uganda'da yaşayan ve Pigmelerle Dans Eden Meltem'in Etiyopya'ya yaptığı seyahat fotoğraflarını kullandım. Bu fotoğrafları gördüğümde, aklıma insanlık tarihinin başladığı Afrika'da, Afrika insanının evrimleşme sürecinde oldukça geri kaldığından başka şey gelmemişti.

Ve daha fotoğraflaştırılamayacak onlarca farklılık... Sene 2009, 2010'a sadece 10 gün kaldı. Dünyanın her köşesi ayrı bir zamanı, ayrı bir gerçeği yaşıyor. Birileri uzaya giderken, genleri kopyalarken... diğerleri hala dünyanın yuvarlaklığından bi haber. Dünya yuvarlak olsa ne olacak ayrıca, onların tüm dünyası 20 km2'lik bir alan kadar.

Bu çağlar arası farkları gözlerken, anladım ki bu yaşıma erişmeden çoktan gripten ya da çürük dişim yüzünden ölmüş olabilirdim. Modern hayatla bir ölçüde kavgalı bir insan olsamda; zamanda yolculuk etmek bana hangi tarafta olmak istediğimi öğretti. Ayrıca bu bilgi ve teknoloji çağında, yönetilen ülkenin yönetilen halkı olmamak için... 21. yüzyılın rekabetçi dünyasında var olmak için... “damarlarımızdaki asil kandan” daha fazlasına; iyi bir yabancı dile, bilgiye, görgüye, deneyime, evrensel bir kalite anlayışı ve çalışma becerisi geliştirmeye ihtiyacımız olduğunu hatırlattı (Genç Gezginler Seyahat Bursu'nun gizli nedenlerinden biri!).

Geri sayım başladı: Genç Gezginler Seyahat Bursu başvuruları için son 15 gün!

21 Aralık, 2009

makü: azmin şairinin ismini verdiği üniversite

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak / Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. (M.A.Ersoy)

Lise çağlarınızı okulun çalışkan öğrencisi olarak geçirdiyseniz Mehmet Akif Ersoy'un hayatınızda iz bırakmama ihtimali yok gibidir. İstiklal Marşı yetmez, üstüne bir de Çanakkale Şehitlerine şiirini ezberlemek gerekir. Tikkatt: O kişi benim! :)

Milli şairimizin adının konduğu MAKÜ, açık söylüyorum, beni şaşırttı. Devlet üniversiteleri mi ben bıraktığımdan beri değişmişti, yoksa 2006 Mart'ında kurulan bu yeni üniversite mi başka, emin değilim. Özel şirket profesyonelliğini alın, üzerine sahiplenme ekleyin. İdealist, dinamik, vizyonu geniş ve öğrenciye çok yakın duran akademik personeliyle, iddia ediyorum bu üniversite 3-5 yıl içinde Burdur'u başka bir Burdur yapacak!

Bugün dünya devlerinden olan bir firmanın kurumsal iletişim direktörlüğünü yürüten eski bir müşterim bana şöyle demişti; "bir kurum yöneticisini tanımak istiyorsan onu kapıdaki güvenliğe, çay servisi yapan elemana, hizmet aldığı- müşterisi olduğu kişilere sor. Bundan daha iyi ipucu bulamazsın". Rektör Gökay Yıldız'dan, temas ettiğim tüm Burdurlular ve MAKÜ'lüler sevgi ve saygıyla bahsettiler. Çalışkanlığını, zarif, sanatçı ve demokrat kişiliğini anlattılar. Sanıyorum güzelliklerin yeşermesinde onun etkisi büyük.

Sunum saati yaklaştığında, vaktiyle blog için hazırladığım ve kimse izlemiyor galiba diye sinir yaptığım klipleri, salon dolana kadar arka arkaya döndürdüm! Yani en azından artık biliyorum ki, cebren ve hile ile birileri kliplerimi izledi:)

20 Aralık, 2009

mecburiyet caddesi

Aralık ayının 1'inde, Sri Lanka'dan döndüğüm günün ertesi, iş toplantısı nedeniyle Antalya'ya geçtim. Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar süren, günler ve geceler boyu alın teri dökerek oluşturduğumuz çalışmaların görücüye çıktığı, standart toplantılardandı. Hizmet sektöründe çalışıyorsanız kabullenmeniz gereken ilk gerçekler şunlardır: Mutfaktaki 'invisible hand'siniz, bunun için alkış beklemek saflıktır ve sizinle çalışılmaya devam edilmesi, başarılı iş çıkardığınız anlamına gelir. Self-motivasyon yeteneğiniz yoksa, mümkün değil bu düzenin içinde fazla dayanabilesiniz. Bu durumu gereğinden fazla içselleştirmiş olan ben, kendi ekibimi alkışlamakta oldukça cimri davranırım (Bunun için sizden özür diliyor ve birlikte yarattığımız her şey için teşekkür ediyorum).

Antalya toplantısından sonra, benim için anlamı büyük bir davet nedeniyle, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi'ndeki öğrencilere "Dünya seyahatinden Genç Gezginler Seyahat Bursu'na uzanan yolculuk hikayemi" anlatmak üzere Burdur'a gittim.

Bu davet neden önemliydi benim için? İlk kez mi sahneye çıkacaktım, ilk defa mı gençlerle konuşacaktım, Burdur'u görecek olmak çok mu şahane bir şeydi, para mı kazanacaktım? O kadar alışkındım ki kendim için çalmaya, kendi kendimi dövmeye, kendi kendimi alkışlamaya, kendi kendimle yarışmaya, son 12 yıldır tanıdığım herkesten daha fazla çalışırken 'görünmez el' olmaya... Beklenmedik bir anda, beklenmedik bir mecrada -bir blogda- yazdıklarım yüzünden, beklenmedik bir kurumdan aldığım bu davet, beni beklenmedik şekilde sevindirdi. Görünür olmanın sevinci! Daha doğrusu; kolayca yapabileceklerimi yapmamayı seçerek durduğum yerde, bildik yollardan geçerek değil, kendi yolumdan giderek ilerlerken, değer bulmanın sevinci.

Burdur'a 6 Aralık öğle saatlerinde ulaştım. Burdur: Güneybatı Anadolu'da Göller Bölgesinde yer alan, Antalya-Denizli-Muğla-Afyon-Isparta'ya komşu, deniz seviyesinden 1000 m yükseklikte, dağlarla çevrili bir il. Toplam nüfusu 257 bin civarında (merkezin nüfusu 60 bin).

Başı sonu arasında binasız pek metre kalmamış, 24 saat uyumayan bir şehirde yaşamaya alışkın biz İstanbullular için küçük illere yapılan yolculuklar enteresan geçer. Şehre varır varmaz, konuştuğum ilk 3 kişiden duyduğum şey, şehrin atar damarı olan Cumhuriyet Caddesi'nin, halk arasında Mecburiyet Caddesi olarak adlandırıldığı oldu. Mecburiyetin derinliğinin izlerini sürmek için kısa bir tur attığım caddede, varlığını unuttuğum ve çocukluk-ilk gençlik yıllarımdan hatıra kömür sobasının kokusunu almak, yanımdan geçenlerin bana hiç bakmaması (mor topuklu ayakkabım ve şalımla zuzaylı gibi görünmüyordum demek), şehrin en büyük caddesinde üzerindeki ana kavşakta kırmızı ışıkta bekleyen araç sayısının 3'ü geçmemesi, yakındaki göle gitmek için nereden taksi bulabileceğimi sorduğum polis memurundan şehrin tek taksi durağının otogarda olduğunu öğrenmek ve "boş verin canım, çamurdan başka bir şey yok gölde" sözlerini duymak ilginçti.

Kaldığım Grand Özeren Spa Oteli'nde Tayland kadar olmasa da, oldukça makul sayılacak bir fiyata masaj yaptırma şansını, çamurlu gölü keşfe çıkmaya yeğledim. Gece, otelin mutfak kapısı gıcırdayan restoranınında (kapıyı yağlasalar iyi olacağı geri bildirimini vermek konusunda çenemi tutmadım), ben dışında ilginç bir müşteri daha vardı: İtalyan bir satış elemanı. Genişce sayılabilecek ve diğer tüm masaları boş restoranda, çalışmak için en köşe masaya konuşlanmış, tabağının yanına notebook'unu koymuş yalnız bir kadının tam karşısına ve yüz de ona dönük oturulması tek bir anlama gelir: "Allah rızası için 2 kelam edelim".

Bir süre bu sessiz daveti görmezden geldim; zaten tutuşmuştum, ertesi gün kişisel tarihimde önemli sayılabilecek bir sınava çıkacaktım ve henüz ne anlatmam gerektiğinden hala tam emin değildim. Karşılıklı yemeklerimiz bitince, daha fazla dayanamadım, insaniyet namına bir şeyler yapılmalıydı. Karşı masaya bir laf atarak, sohbeti başlattım. Gönüllü gezginlikle, iş nedeniyle seyahat etmek arasında gerçekten büyük bir duygu farkı var. Birinde özgür ve iletişim kurmak konusunda fütursuz, öbüründe yalnızlığa neredeyse mecbur, usturuplu ve edilgen olursun. Birinde köksüzlüğü seçmiş, diğerinde ekmek parası için köklerinden zorla koparılmış kişisin. İtalyan bana Kemalettin Kamu'nun Kimsesizlik şiirini hatırlattı. "Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın / Kulaklarım komşuların ayak sesinde/ Varsın gene bir yudum su veren olmasın / Baş ucumda biri bana 'su yok' desin de!". Bir kahve içimlik sohbetimizin kendisine iyi geldiğini umarak, odama çalışmaya gittim.

Davet kısmı güzeldi de işin, bir de sanılan şey çıkmamak endişe vardı. Benden önce İdil Biret'in konuk olduğu konferans salonuna çıkacaktım. Kimdim ben?? Gezgin bir blogger!! Son geceye kadar vakitsizlikten hazırlayamadığım sunumumu, Burdur'da geçirdiğim tek gece sabahlayarak oluşturdum. 'Görünme'nin dayanılmaz ağırlığı ve sorumluluğu! Ertesi sabah sunum ve hala gösterip göstermediğimden emin olmadığım tüm seyahatlerimden derlenmiş video klip ancak bitmişti ki; beni 'gören', gördüğünün ötesini sezen ve üniversiye davet eden MAKÜ Farabi Değişim Programı Kurum Koordinatörü ve Fizik Bölümü hocalarından Yrd Doç Dr Ülkü Bayhan, otel resepsiyonunda aradı: "Hazır mısın Özlem?"

Gençlerin hayallerindeki 'özgür kız'lıktan uzak görüntüm üzerine cool'luk ceketini giyerek, görünmenin ödülünü almak umudu ve bedelini ödemek mecburiyeti içinde aşağıya indim. Hazırdım.

07 Aralık, 2009

herkes papara yer, biz papaya yedik*

by Berk Burgu

Benim gibi bloğa yazı yazma konusunda kifayetsizliği kanıtlanmış bir adama Özlem’in bu görevi vermesi doğrusu iyi cesaret!

Türkiye’nin doğu sınırını ilk geçişim. Sri Lanka’ya 4 günlük bayram tatilinde gittiğimizi duyan herkeste aynı yüz ifadesi ve kısa bir sessizlik oldu. Benim gibi bir kalıp cümleyi kaydedip sonra banttan yayın yapan biri için bu seferki altın cümle “Dubai aktarmalı 4+ 4; 8 saat sürüyor toplam” oldu. Gerçekten de yol hiç koymuyor. Hele Dubai havaalanında, havalı bir arkadaşınız, tarz yapıp giydiği botlarını çıkarmak istemediğinde, güvenlik görevlileri O’nu mutaassıplıktan ayaklarını gösteremiyor sanıp, yaklaşık 200 kiloluk, natır gibi bir Arap bayan güvenlik ile kabine soktuklarında, arkadaşınız 1 saniye içinde botlar elinde koşarak dışarı çıkıp paşa paşa X ray'den geçiyorsa, yolculuğun sıkıcı olma ihtimali sıfır.

Colombo’ya indiğimizde bir araç kiralamaya yöneldik önce. Kendimce yırtınarak yaptığım pazarlık sonucunda beklediğimiz süper lüks, klimalı, 7 kişilik mini van bizi almak için yanaştığında, bu ülkede kullanılan sıfat ve anatomik ölçülerin bize uymadığı kesinleşti. Çünkü etine dolgun bir kafilenin bu araca tıkışması hatta bir de valizlerini sığdırması imkansızdı. Ama biz imkansızı başardık ve kliması sadece ilk iki koltuğu azıcık serinleten araçla, Colombo şehir turu konusunda da ısrarlı olarak yola çıktık.

Colombo bitmeyen barakalardan oluşan bir kent. Pettah market, biz araba ile önünden geçerken, turist olduğumuzu anladıkları için üstümüze atlayan insanlardan dolayı biraz ürkütücü idi ve açıkçası inmeye değecek lokal bir ürün de yoktu. Koloniyal dönemden kalma 3-5 güzel bina ve lüks otellerin olduğu liman ve Galle yolundan da, arabanın içinde geçmek açıkçası yeterli idi. Otelimiz Bentota’da, yani yaklaşık 90 kilometre uzakta idi. Daha önceden bu yolculuğun yaklaşık 3 saat sürdüğünü okumuştuk ve hepimiz takır tukur bir toprak yolda hoplaya zıplaya gideceğimizi düşünüyorduk. Oysa yollar asfalttı. Nasıl oluyordu da 90 kilometrelik yol 3 saat sürüyordu? Kendinizi gerçekten size çarpmaya kilitlenmiş, parasının hakkını vermeye çalışan bıçkın gençlerin içinde bulunduğu, bir varoş lunaparkının çarpışan otolar bölümünde hayal edin. İşte böyle 3 saat. Çocukken annem arabada bana camdan kolunu kafanı falan çıkarma derdi. Ben de ‘amaaan’ derdim içimden. Sri Lanka’da el çıkarmak bir yana, kulaklarımı bile kafama yapıştırdım ki bi tarafım tıraşlanmadan tek parça halinde otele varalım.

Üç saatlik yol boyunca, göz kapakları yarı açık şoför amca bize sağın solun adlarını söylüyordu. Belli ki bir yerlerden geçiyorduk ancak her yer; insan, ev ve 50 yıl öncesinin otomotiv sanayinden kalma araçlarla doluydu. Arada ‘şehir dışı’ denecek hiçbir yerden geçemeden Bentota’ya vardık. Bu arada bizim şoför amcanın, ‘Sör, yüzümü yıkamam lazım’ diyerek arabayı kenara çekmesiyle, yapısal dediğim göz kapaklarının düşük olma durumunun, uykuya bağlı olduğunu çaktım. Neyse ki sağ salim Bentota’ya, şık otelimize vardık.
Bentota’da denizin dalgalı ve bulanık olması, biraz hayal kırıklığı olmadı değil. İlk gün yüzerken başlayan yağmur çook keyifliydi. Sıcak ama bardaktan boşanırcasına yağan tropik yağmur altında okyanus dalgaları ile bir daha ne zaman yüzeriz kimbilir.


Bu arada oradaki balıklara, börtüye, böceğe o kadar özenilmiş ki bence ondan dolayı insanlara pek güzellikten nasip kalmamış. Balıklar bu kadar mı güzel olur, yediğimiz istakozun bile kabuğu acayip güzel desenlerle kaplıydı! Denizde yüzen bir hindistan cevizinin yanında, ona saklanarak yaşamını sürdüren onlarca minik güzel tropik balık görmek bile buradaki doğaya hayranlığımı kabarttı. Peki insanlar nasıl? Valla bir tane bile şişman adam yoktu. Kendimi Teksas’da nasıl ipince bir filinta zannedip yaylana yaylana gezdiysem, burda da aksine Güliver cüceler ülkesine gelmiş gibi bir hissiyata kapıldım. Ahali bir hayli koyu tenli. Yani benim bildiğim Hintliler bunlardan bayaaa açık. Zenci değiller ama daha da açık değil yani.

Ertesi gün oraların Kıvanç Tatlıtuğ’u kıvamındaki rehberimiz Rangı ile beraber mercan resifleri olan Hikadua ve dünyanın en iyi ilk 12 plajından biri olan Unawatuna’ya gittik. Cam tabanı olan üfürükten kayığımızla gördüğümüz enfes balıklarla daha sonra beraber yüzmek, su biraz bulanık da olsa çok keyifli idi. 3 tane kalamarla baya kovalamaca oynadık. Hele tur sonunda gördüğümüz kocaman kaplumbağa en çok, yüklü bahşiş alan kaptana yaradı.

Unawatuna gerçekten güzel bir plaj. Denize girerken ayağımıza batan taş zannettiğimiz şeylerin aslında kırılmış mercan dalları olduğunu fark ettiğimiz zaman, kumların neden bu kadar beyaz olduğunu da anladık. Oranın ikoncan beach’i sayılabilecek güzelce bir yere konuşlandık. Çitle ayrılmış şezlong bölgesine geçemeyen halk, turistlere bişeyler satmak için sürekli bize bakıyor ve biz de aramızda ‘ilgilenmeyelim, göz teması kurmayalım’ diye konuşuyorduk.

Benzetme ağır olabilir ama manzara bana gerçekten, çocukken hayvanat bahçesinde kafesten elini uzatıp kuruyemiş bekleyen ve acıklı gözlerle bakan maymunları çağrıştırdı. Paranın gücünden ve kendimin o konumda olmasından rahatsızlık duydum. Tabii bu anlık düşünceler beni ve grubu yeme içmeden alıkoymadı. Zavallı kadın garson bizim çekirge sürüsü gibi yiyişimize şaşırsa da herhalde yağlı müşteri bunlar diye sevinmiştir.

Bu arada kobra dansı izledik ve yavru bir makak maymununa ve pitona celebrity muamelesi yaparak sırayla resim çekindik.
Ertesi akşam gittiğimiz kaplumbağa barınağında herhalde dünyanın en sevimli sürüngenlerini sevdik. (Hele otelimiz bahçesinde dolaşan godzilladan sonra!) Buralarda bir delicacy sayılan kaplumbağa çorbası ve yumurtaları için her boy kaplumbağa katlediliyor. Pek çok barınaksa gönüllü olarak halktan para ile bu yumurtaları satın alıp tekrar kuma gömüyor ve çıkan yavruları neredeyse her akşam denize salıyor.

Doğada her yüz yumurtadan biri yaşarken bu şekilde salınan yavrulardan yüzde 30’u canlı kalabiliyor. ‘Good karma’, oradaki adamın dediği gibi...

Bir zamanlar derelerinden yakutlar, zümrütler aktığı söylenen bu cennetin insanı fakir. Aslında bizim değer verdiğimiz şeyler onlarda az. Olanlar da tsunami ile gitmiş. Sadece varlıkları değil, esas sevdikleri gitmiş. Yol boyu denize paralel mezarlar bir dahaki tsunami gelene dek öncekini hatırlatacak binlerce minik anıt gibi.

Dönüş yolumuzun şoförü 24 yaşındaki güleryüzlü Banduka, lisede okurken sabah yedide gelen büyük dalgadan anne ve kardeşlerine sarılarak kurtulmuş. Evi ve her şeyi gitmiş. Babası da... Bu genç adam yolda hala bir tapınağın önünden geçerken dua ediyor. İsyan bilmiyor buranın insanı. Geleni kabul etmiş yıllardır; sömüreni de, tsunamiyi de... İçimden geldi, omzunu sıvazladım… Lanka, Sri Lanka, land of happiness (?)...

* Büyük Türk düşünürü Ç.Y'den (Abla Pansiyon) alıntıdır.

03 Aralık, 2009

sri lanka: hindistan'ın gözyaşı

Eski adıyla Seylan, Arap kaynaklarına göre Serendip, yeni adıyla Sri Lanka Hint Okyanusu'nda yer alan tropikal bir ada ülkesi.

Kimileri ona okyanusta bir inci diyor, kimileri gözyaşı. Bazen de birçok değerli taşın kaynağı olduğu için Yakut Adası ya da Filler Adası olarak anılıyor.

Marko Polo ona 'dünyanın en güzel adası' demiş, Sinbad gemisi batınca Sri Lanka'ya sığınmış, efsanelere göre Adem peygamberin cennetten kovulduktan sonra indiği yer de yine Sri Lanka adası.

Haritada bakınca Hindistan'dan akan bir gözyaşı damlasına benziyor adanın biçimi. Fakir halkı görünce ve tarihi seyri boyunca adanın başından eksik olmayan dertleri okudukça, ben Sri Lanka'ya Hindistan'ın Gözyaşı tanımlamasını daha çok yakıştırdım açıkçası.

Sırasıyla Portekiz, Hollanda ve en son da İngiltere'nin egemenliğinde Sri Lanka, bağımsızlığını 1948 yılında kazanmış. Son çeyrek yüzyılda, bağımsız bir devlet kurmak isteyen Tamiller ile yaşanan iç savaşın sonucunda 70.000 kişi ölmüş. Ülke en son 2004 Güney Asya depreminden sonra oluşan tsunami felaketinde de yaklaşık 30.000 vatandaşını kaybetmiş. Evet evet, burası kesinlikle okyanusta bir gözyaşı damlası.

Sri Lanka'ya 7 kişilik bir grup olarak gittik. Toplam 5 günlük seyahatin 36 saatini yollarda geçirdik. Sri Lanka notlarını seyahat ekimizden Berk yazacak bu sefer. Ben bulduğum her aralıkta uyuduğumdan ve halkla iki kelam lafı zor konuştuğumdan onun benden daha fazla gözlemi var açıkçası. Haydi bakalım Mr Bırgı. Gösterin maharetinizi:)