30 Aralık, 2009

uzaklar çağırınca

"Seyahat etmek için 10 harika bahane" dizisine biraz ara verelim ve seyahat kitapları serisine dönelim.

Orhan Kural, Türkiye'de gezgin deyince ilk akla gelen isimlerden biri. Kendisiyle hiç tanışmadım, tanışmak için de bir teşebbüste bulunmadım. Gezginliğin yayılması adına bu ülkede önemli işler yapmış kişilerden olduğunu söyleyebilirim.
Orhan Kural'ın kitaplarından birkaç tanesini okudum. Bunlardan biri olan Uzaklar Çağırınca'da sevdiğim bir yazı var, paylaşmak istiyorum sizinle.

Dünyada eğer 100 kişi yaşasaydı!
Dünya nüfusunu, 100 kişilik bir köy kadar küçültebilseydik dağılım şu şekilde olacaktı: 57 Asyalı, 21 Avrupalı, 14 Amerikalı ve 8 Afrikalı.

Bunların 52'si kadın, 48'i erkek olacaktı. 30'u beyaz, 70'i beyaz olmayan, 30'u Hıristiyan ve 70'i Hıristiyan olmayan olacaktı.

6 kişi bütün servetin %59'una sahip olacaktı. Ve bunların hepsi ABD kökenli olacaktı.

80 kişi kötü evlerde yaşayacaktı, 70 kişi hiç okuma-yazma bilmeyecekti.

Sadece 1 kişi bilgisayar sahibi, 1 kişi de -evet, sadece 1 kişi- üniversite mezunu olacaktı.

Eğer bu sabah hastalıklı değil de sağlıklı uyanmış iseniz, bir hafta sonrasını göremeyecek olan 1 milyon insandan daha şanslısınız. Bir harp tehlikesi, işkence görmek ihtimali veya aç kalma korkusu ile karşı karşıya değilseniz, 500 milyon insandan daha iyisiniz. Buzdolabınızda yiyeceğiniz, üzerinizde elbiseniz ve başınızı sokup uyuyabileceğiniz bir eviniz varsa, dünyadaki insanların %75'inden daha zenginsiniz. Bankada ve cüzdanınızda para varsa, dünyanın en imtiyazlı %8'i arasındasınız. Bir de anneniz, babanız sağ ise, siz bu dünyadaki "nadir" kişilerden birisiniz!

Genç Gezginler Seyahat Bursu başvurusunda son haftaya girdik. Uzakların çağırdığı genç gezginler, davranın artık!

29 Aralık, 2009

seyahat etmek için 10 harika bahane (4)

Seyahat; yok zaman makinasıyla tarihte yolculukmuş, yok doğanın mucizeleriymiş, yok manevi güçmüş. Tarih, coğrafya, felsefe ve psikoloji öğretmenleri sanki el ele vermiş. Cıkcık. Genciz biz, gençç... Deli kanlıyız! Kasvet bastırma bizee Özlemmm...

Sona sokladığım en eğlenceli bahane sizin için geliyor gençlik! Biraz dağıtalım baş öğretmen ortamını.

(4) Seyahat, gözü gönlü açar.

Konu mankenlerimiz: (1a) Hollandalı genç (1b) Ekvadorlu genç (2a) Venezuelalı genç (2b) Brezilyalı genç (3) Rüzgar kadar hızlı, kaplan kadar güçlü, yılan kadar esnek Brezilyalı Capoera dansçıları (seviyoruz onları!) (4a) Amerikalı genç (4b) Alman genci. (Kusura bakmayın beyler, benim arşivden sizi motive edecek fotoğraflar çıkmadı:P)

Burs başvuruları için kaldı 8 gün! Bitse de, hepimiz bi rahatlasak:)

27 Aralık, 2009

seyahat etmek için 10 harika bahane (3)

Birkaç gün önce yakın arkadaşlarımla hayat üstüne yaptığımız klasik konuşmalardan birinde muhabbet güç meselesine geldi. Güçlü olmak neydi, ben hayata yaklaşımımda güçlü olmayı kendime niye referans nokta olarak koyuyordum? Koysam da aslında o kadar da güçlü değildim. Mesela kendileri gibi şaptilerin bile beni üzmesine izin veriyordum, demek ki o kadar da güçlü değildim (Yeterince güçlü olmamama dair verilen örnek, sevdiklerimin beni üzebilme kabiliyetinin olması:))

"Neyi arıyorsan O'sun" demiş Mevlana. "Zulmü arıyorsan zalim, aşkı arıyorsan aşık". 2006 senesinde, kurulu düzenimi terkedip yollara düştüğümde, görüntüde elimde hemen her şey vardı. Şu an bindiğim kadar iyi bir arabayı çalıştığım şirket bana vermişti, şu an yaşadığım evde-Pansiyon'da- yaşıyor, arkadaşlarımca şimdikinden daha az sevilmiyordum. Pazar günleri ata binmeye gidiyordum Zekeriyaköy'e. Paranın alabileceği güzel ve konforlu yurtdışı gezilerine çıkıyordum. Para anası değildim elbet ama hayatta lüks sınıfına girecek pek çok şeyi hesap yapmadan alır kıvama gelmiştim. Bunu elde etmek için haftada 7 gün, günde 15 saat çalışmak da bana pek koymuyordu, aileden böyle görmüştük biz. Yoktan var etmek için çalışmak gerekir ve alın teri dökmek yaşama değer katar.

Bu koşulları bıraktım ve yukarıdaki koşullara attım kendimi. Ne için? Zayıflayan öz saygımı, yaşam sevincimi ve yaşama devam etme gücünü tekrar kazanmak için.
'Allah insanı gördüğünden ayrı koymasın' denir; dua mı, beddua mı belli değil. Hayatta hep yukarı çıkmak mümkün olmadığına göre, gördüğünden ayrı düşmeyen insan olsa olsa yerinde sayandır. Bazen aşağıya inmek, yukarıya çıkmaktan çok daha geliştirir oysa ki.

Aşağıdaki fotoğraflar arasındaki farkı sizin yerinize ben söyleyeyim: Birinde yokluk var, diğerinde varlık!Varlıkta yokluğu, yoklukta varlığı yaşadım ben. Güzelken sinekleri çektim. Zenginken asalakları. Niye çektiğimin her zaman farkında oldum. Severken terketmeyi bildim. Canım yanarken ah etmeden ağlamayı. Varlık ve yokluk arasındaki her gidiş-gelişim yaşamı yorumlayışıma yeni bir bakış kattı. Seyahat yaşamın değerini bilmektir. Seyahat küllerinden doğmaktır. Seyahat karanlıkta güneşi çıkarmaktır. Seyahat yalnızlıktır. Seyahat yokluktur, yoklukta gerçek varlığın bilincine varmaktır. Seyahat ruhunu bulmak değil, güzel bir ruh yaratmaktır.

(3) Seyahat güçlendirir. Ve bu gücü hayat boyu kimse sizden alamaz !

Genç Gezginler Seyahat Bursu gitti gidiyor!.. Son 9 gün!!

24 Aralık, 2009

seyahat etmek için 10 harika bahane (2)

(2) Seyahat, doğayı keşfetmek ve mucizelerine tanıklık etmektir.

Benim çöl namına bildiğim Yeşilçam sinemasının tüm çöl sahnelerinin çekildiği Kilyos kumlarıydı eskiden. Yanardağ patlamalarını ise Hollywood filmleri öğretmişti az buçuk. Şelale denince de aklıma Manavgat ve Düden gelirdi.

Çölün ne menem bir şey olduğunu dünyanın en kurak yeri olan Atacama'da yaşadım. Yanardağ patlamasından kaçanlara Ekvator'da rastladım. Venezuela'da 1 km yüksekten dökülen Angel Falls'u gördüm, Brezilya'da 2.7 km genişliğindeki Iguasu'nun güzelliği fesimi havaya zıplattı.

Fotoğraflar; Bolivya Altiplanosu'ndaki geyserler, Uyuni Tuz Gölü'ndeki adanın 1200 yaşındaki kaktüsleri, Ekvator'da aktif bir yanardağ
Fotoğraflar; Şili-Atacama Çölü, Brezilya/Arjantin-Iguasu, Brezilya Amazon Nehri, Bolivya AltiplanosuFotoğraflar; Brezilya-Rio de Janeiro, Venezuela- Canaima Ulusal Parkı & Gran Sabana

Yirmili yaşlarımda bilmiş bilmiş tükürdüğüm "dünyada beni hiçbir şey şaşırtamaz" lafını, yollarda yaladım yuttum. Doğa beni şaşırttı... fena şaşırttı.

Genç Gezginler Seyahat Bursu başvuruları için son 13 gün!

22 Aralık, 2009

seyahat etmek için 10 harika bahane (1)

MAKÜ'de yaptığım sunumun bir bölümünde "Seyahat etmek için 10 harika bahaneyi" fotoğraflar ve bu fotoğrafları çektiğim ya da derlediğim zaman aklımdan geçenlerle anlatmaya çalıştım. Onlarca şahane bahane daha sayabilirdim elbet; bu maddelere en önemsediğim nedenler olarak değil, üzerine muhabbet üretmek için bir zemin arayışı olarak bakın.
(1) Seyahat; zaman makinasıyla tarihte gezintiye çıkmak gibidir!

Aşağıdaki fotoğraflar sırasıyla; Bitlis-Ahlat, Batman-Hasankeyf ve Ürdün-Petra'da çekildi. Hem bu ülkede, hem de dünyanın hala çeşitli yerlerinde insanlar mağaralarda yaşam sürdürüyor.

Bu fotoğraflar ise; Ekvator, Bolivya ve Venezuela'nın Gran Sabana bölgesinden. Sağ altta göreceğiniz resim büyücü doktorun muayenehanesi!

Tayland'ın kuzeyinde çekilen bu fotoğraflarda, boyunlarına halka takan Karen kabilesi kadınlarını görüyorsunuz. Her ne kadar köye cep telefonu ulaşmış ve kabile farklılıklarını turistik bir satış unsuru olarak korumaya eğilimli görünse de, bu manzaranın milenyum manzarası olmadığı kesin.

Konuşmanın bir yerinde Uganda'da yaşayan ve Pigmelerle Dans Eden Meltem'in Etiyopya'ya yaptığı seyahat fotoğraflarını kullandım. Bu fotoğrafları gördüğümde, aklıma insanlık tarihinin başladığı Afrika'da, Afrika insanının evrimleşme sürecinde oldukça geri kaldığından başka şey gelmemişti.

Ve daha fotoğraflaştırılamayacak onlarca farklılık... Sene 2009, 2010'a sadece 10 gün kaldı. Dünyanın her köşesi ayrı bir zamanı, ayrı bir gerçeği yaşıyor. Birileri uzaya giderken, genleri kopyalarken... diğerleri hala dünyanın yuvarlaklığından bi haber. Dünya yuvarlak olsa ne olacak ayrıca, onların tüm dünyası 20 km2'lik bir alan kadar.

Bu çağlar arası farkları gözlerken, anladım ki bu yaşıma erişmeden çoktan gripten ya da çürük dişim yüzünden ölmüş olabilirdim. Modern hayatla bir ölçüde kavgalı bir insan olsamda; zamanda yolculuk etmek bana hangi tarafta olmak istediğimi öğretti. Ayrıca bu bilgi ve teknoloji çağında, yönetilen ülkenin yönetilen halkı olmamak için... 21. yüzyılın rekabetçi dünyasında var olmak için... “damarlarımızdaki asil kandan” daha fazlasına; iyi bir yabancı dile, bilgiye, görgüye, deneyime, evrensel bir kalite anlayışı ve çalışma becerisi geliştirmeye ihtiyacımız olduğunu hatırlattı (Genç Gezginler Seyahat Bursu'nun gizli nedenlerinden biri!).

Geri sayım başladı: Genç Gezginler Seyahat Bursu başvuruları için son 15 gün!

21 Aralık, 2009

makü: azmin şairinin ismini verdiği üniversite

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak / Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. (M.A.Ersoy)

Lise çağlarınızı okulun çalışkan öğrencisi olarak geçirdiyseniz Mehmet Akif Ersoy'un hayatınızda iz bırakmama ihtimali yok gibidir. İstiklal Marşı yetmez, üstüne bir de Çanakkale Şehitlerine şiirini ezberlemek gerekir. Tikkatt: O kişi benim! :)

Milli şairimizin adının konduğu MAKÜ, açık söylüyorum, beni şaşırttı. Devlet üniversiteleri mi ben bıraktığımdan beri değişmişti, yoksa 2006 Mart'ında kurulan bu yeni üniversite mi başka, emin değilim. Özel şirket profesyonelliğini alın, üzerine sahiplenme ekleyin. İdealist, dinamik, vizyonu geniş ve öğrenciye çok yakın duran akademik personeliyle, iddia ediyorum bu üniversite 3-5 yıl içinde Burdur'u başka bir Burdur yapacak!

Bugün dünya devlerinden olan bir firmanın kurumsal iletişim direktörlüğünü yürüten eski bir müşterim bana şöyle demişti; "bir kurum yöneticisini tanımak istiyorsan onu kapıdaki güvenliğe, çay servisi yapan elemana, hizmet aldığı- müşterisi olduğu kişilere sor. Bundan daha iyi ipucu bulamazsın". Rektör Gökay Yıldız'dan, temas ettiğim tüm Burdurlular ve MAKÜ'lüler sevgi ve saygıyla bahsettiler. Çalışkanlığını, zarif, sanatçı ve demokrat kişiliğini anlattılar. Sanıyorum güzelliklerin yeşermesinde onun etkisi büyük.

Sunum saati yaklaştığında, vaktiyle blog için hazırladığım ve kimse izlemiyor galiba diye sinir yaptığım klipleri, salon dolana kadar arka arkaya döndürdüm! Yani en azından artık biliyorum ki, cebren ve hile ile birileri kliplerimi izledi:)

20 Aralık, 2009

mecburiyet caddesi

Aralık ayının 1'inde, Sri Lanka'dan döndüğüm günün ertesi, iş toplantısı nedeniyle Antalya'ya geçtim. Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar süren, günler ve geceler boyu alın teri dökerek oluşturduğumuz çalışmaların görücüye çıktığı, standart toplantılardandı. Hizmet sektöründe çalışıyorsanız kabullenmeniz gereken ilk gerçekler şunlardır: Mutfaktaki 'invisible hand'siniz, bunun için alkış beklemek saflıktır ve sizinle çalışılmaya devam edilmesi, başarılı iş çıkardığınız anlamına gelir. Self-motivasyon yeteneğiniz yoksa, mümkün değil bu düzenin içinde fazla dayanabilesiniz. Bu durumu gereğinden fazla içselleştirmiş olan ben, kendi ekibimi alkışlamakta oldukça cimri davranırım (Bunun için sizden özür diliyor ve birlikte yarattığımız her şey için teşekkür ediyorum).

Antalya toplantısından sonra, benim için anlamı büyük bir davet nedeniyle, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi'ndeki öğrencilere "Dünya seyahatinden Genç Gezginler Seyahat Bursu'na uzanan yolculuk hikayemi" anlatmak üzere Burdur'a gittim.

Bu davet neden önemliydi benim için? İlk kez mi sahneye çıkacaktım, ilk defa mı gençlerle konuşacaktım, Burdur'u görecek olmak çok mu şahane bir şeydi, para mı kazanacaktım? O kadar alışkındım ki kendim için çalmaya, kendi kendimi dövmeye, kendi kendimi alkışlamaya, kendi kendimle yarışmaya, son 12 yıldır tanıdığım herkesten daha fazla çalışırken 'görünmez el' olmaya... Beklenmedik bir anda, beklenmedik bir mecrada -bir blogda- yazdıklarım yüzünden, beklenmedik bir kurumdan aldığım bu davet, beni beklenmedik şekilde sevindirdi. Görünür olmanın sevinci! Daha doğrusu; kolayca yapabileceklerimi yapmamayı seçerek durduğum yerde, bildik yollardan geçerek değil, kendi yolumdan giderek ilerlerken, değer bulmanın sevinci.

Burdur'a 6 Aralık öğle saatlerinde ulaştım. Burdur: Güneybatı Anadolu'da Göller Bölgesinde yer alan, Antalya-Denizli-Muğla-Afyon-Isparta'ya komşu, deniz seviyesinden 1000 m yükseklikte, dağlarla çevrili bir il. Toplam nüfusu 257 bin civarında (merkezin nüfusu 60 bin).

Başı sonu arasında binasız pek metre kalmamış, 24 saat uyumayan bir şehirde yaşamaya alışkın biz İstanbullular için küçük illere yapılan yolculuklar enteresan geçer. Şehre varır varmaz, konuştuğum ilk 3 kişiden duyduğum şey, şehrin atar damarı olan Cumhuriyet Caddesi'nin, halk arasında Mecburiyet Caddesi olarak adlandırıldığı oldu. Mecburiyetin derinliğinin izlerini sürmek için kısa bir tur attığım caddede, varlığını unuttuğum ve çocukluk-ilk gençlik yıllarımdan hatıra kömür sobasının kokusunu almak, yanımdan geçenlerin bana hiç bakmaması (mor topuklu ayakkabım ve şalımla zuzaylı gibi görünmüyordum demek), şehrin en büyük caddesinde üzerindeki ana kavşakta kırmızı ışıkta bekleyen araç sayısının 3'ü geçmemesi, yakındaki göle gitmek için nereden taksi bulabileceğimi sorduğum polis memurundan şehrin tek taksi durağının otogarda olduğunu öğrenmek ve "boş verin canım, çamurdan başka bir şey yok gölde" sözlerini duymak ilginçti.

Kaldığım Grand Özeren Spa Oteli'nde Tayland kadar olmasa da, oldukça makul sayılacak bir fiyata masaj yaptırma şansını, çamurlu gölü keşfe çıkmaya yeğledim. Gece, otelin mutfak kapısı gıcırdayan restoranınında (kapıyı yağlasalar iyi olacağı geri bildirimini vermek konusunda çenemi tutmadım), ben dışında ilginç bir müşteri daha vardı: İtalyan bir satış elemanı. Genişce sayılabilecek ve diğer tüm masaları boş restoranda, çalışmak için en köşe masaya konuşlanmış, tabağının yanına notebook'unu koymuş yalnız bir kadının tam karşısına ve yüz de ona dönük oturulması tek bir anlama gelir: "Allah rızası için 2 kelam edelim".

Bir süre bu sessiz daveti görmezden geldim; zaten tutuşmuştum, ertesi gün kişisel tarihimde önemli sayılabilecek bir sınava çıkacaktım ve henüz ne anlatmam gerektiğinden hala tam emin değildim. Karşılıklı yemeklerimiz bitince, daha fazla dayanamadım, insaniyet namına bir şeyler yapılmalıydı. Karşı masaya bir laf atarak, sohbeti başlattım. Gönüllü gezginlikle, iş nedeniyle seyahat etmek arasında gerçekten büyük bir duygu farkı var. Birinde özgür ve iletişim kurmak konusunda fütursuz, öbüründe yalnızlığa neredeyse mecbur, usturuplu ve edilgen olursun. Birinde köksüzlüğü seçmiş, diğerinde ekmek parası için köklerinden zorla koparılmış kişisin. İtalyan bana Kemalettin Kamu'nun Kimsesizlik şiirini hatırlattı. "Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın / Kulaklarım komşuların ayak sesinde/ Varsın gene bir yudum su veren olmasın / Baş ucumda biri bana 'su yok' desin de!". Bir kahve içimlik sohbetimizin kendisine iyi geldiğini umarak, odama çalışmaya gittim.

Davet kısmı güzeldi de işin, bir de sanılan şey çıkmamak endişe vardı. Benden önce İdil Biret'in konuk olduğu konferans salonuna çıkacaktım. Kimdim ben?? Gezgin bir blogger!! Son geceye kadar vakitsizlikten hazırlayamadığım sunumumu, Burdur'da geçirdiğim tek gece sabahlayarak oluşturdum. 'Görünme'nin dayanılmaz ağırlığı ve sorumluluğu! Ertesi sabah sunum ve hala gösterip göstermediğimden emin olmadığım tüm seyahatlerimden derlenmiş video klip ancak bitmişti ki; beni 'gören', gördüğünün ötesini sezen ve üniversiye davet eden MAKÜ Farabi Değişim Programı Kurum Koordinatörü ve Fizik Bölümü hocalarından Yrd Doç Dr Ülkü Bayhan, otel resepsiyonunda aradı: "Hazır mısın Özlem?"

Gençlerin hayallerindeki 'özgür kız'lıktan uzak görüntüm üzerine cool'luk ceketini giyerek, görünmenin ödülünü almak umudu ve bedelini ödemek mecburiyeti içinde aşağıya indim. Hazırdım.

07 Aralık, 2009

herkes papara yer, biz papaya yedik*

by Berk Burgu

Benim gibi bloğa yazı yazma konusunda kifayetsizliği kanıtlanmış bir adama Özlem’in bu görevi vermesi doğrusu iyi cesaret!

Türkiye’nin doğu sınırını ilk geçişim. Sri Lanka’ya 4 günlük bayram tatilinde gittiğimizi duyan herkeste aynı yüz ifadesi ve kısa bir sessizlik oldu. Benim gibi bir kalıp cümleyi kaydedip sonra banttan yayın yapan biri için bu seferki altın cümle “Dubai aktarmalı 4+ 4; 8 saat sürüyor toplam” oldu. Gerçekten de yol hiç koymuyor. Hele Dubai havaalanında, havalı bir arkadaşınız, tarz yapıp giydiği botlarını çıkarmak istemediğinde, güvenlik görevlileri O’nu mutaassıplıktan ayaklarını gösteremiyor sanıp, yaklaşık 200 kiloluk, natır gibi bir Arap bayan güvenlik ile kabine soktuklarında, arkadaşınız 1 saniye içinde botlar elinde koşarak dışarı çıkıp paşa paşa X ray'den geçiyorsa, yolculuğun sıkıcı olma ihtimali sıfır.

Colombo’ya indiğimizde bir araç kiralamaya yöneldik önce. Kendimce yırtınarak yaptığım pazarlık sonucunda beklediğimiz süper lüks, klimalı, 7 kişilik mini van bizi almak için yanaştığında, bu ülkede kullanılan sıfat ve anatomik ölçülerin bize uymadığı kesinleşti. Çünkü etine dolgun bir kafilenin bu araca tıkışması hatta bir de valizlerini sığdırması imkansızdı. Ama biz imkansızı başardık ve kliması sadece ilk iki koltuğu azıcık serinleten araçla, Colombo şehir turu konusunda da ısrarlı olarak yola çıktık.

Colombo bitmeyen barakalardan oluşan bir kent. Pettah market, biz araba ile önünden geçerken, turist olduğumuzu anladıkları için üstümüze atlayan insanlardan dolayı biraz ürkütücü idi ve açıkçası inmeye değecek lokal bir ürün de yoktu. Koloniyal dönemden kalma 3-5 güzel bina ve lüks otellerin olduğu liman ve Galle yolundan da, arabanın içinde geçmek açıkçası yeterli idi. Otelimiz Bentota’da, yani yaklaşık 90 kilometre uzakta idi. Daha önceden bu yolculuğun yaklaşık 3 saat sürdüğünü okumuştuk ve hepimiz takır tukur bir toprak yolda hoplaya zıplaya gideceğimizi düşünüyorduk. Oysa yollar asfalttı. Nasıl oluyordu da 90 kilometrelik yol 3 saat sürüyordu? Kendinizi gerçekten size çarpmaya kilitlenmiş, parasının hakkını vermeye çalışan bıçkın gençlerin içinde bulunduğu, bir varoş lunaparkının çarpışan otolar bölümünde hayal edin. İşte böyle 3 saat. Çocukken annem arabada bana camdan kolunu kafanı falan çıkarma derdi. Ben de ‘amaaan’ derdim içimden. Sri Lanka’da el çıkarmak bir yana, kulaklarımı bile kafama yapıştırdım ki bi tarafım tıraşlanmadan tek parça halinde otele varalım.

Üç saatlik yol boyunca, göz kapakları yarı açık şoför amca bize sağın solun adlarını söylüyordu. Belli ki bir yerlerden geçiyorduk ancak her yer; insan, ev ve 50 yıl öncesinin otomotiv sanayinden kalma araçlarla doluydu. Arada ‘şehir dışı’ denecek hiçbir yerden geçemeden Bentota’ya vardık. Bu arada bizim şoför amcanın, ‘Sör, yüzümü yıkamam lazım’ diyerek arabayı kenara çekmesiyle, yapısal dediğim göz kapaklarının düşük olma durumunun, uykuya bağlı olduğunu çaktım. Neyse ki sağ salim Bentota’ya, şık otelimize vardık.
Bentota’da denizin dalgalı ve bulanık olması, biraz hayal kırıklığı olmadı değil. İlk gün yüzerken başlayan yağmur çook keyifliydi. Sıcak ama bardaktan boşanırcasına yağan tropik yağmur altında okyanus dalgaları ile bir daha ne zaman yüzeriz kimbilir.


Bu arada oradaki balıklara, börtüye, böceğe o kadar özenilmiş ki bence ondan dolayı insanlara pek güzellikten nasip kalmamış. Balıklar bu kadar mı güzel olur, yediğimiz istakozun bile kabuğu acayip güzel desenlerle kaplıydı! Denizde yüzen bir hindistan cevizinin yanında, ona saklanarak yaşamını sürdüren onlarca minik güzel tropik balık görmek bile buradaki doğaya hayranlığımı kabarttı. Peki insanlar nasıl? Valla bir tane bile şişman adam yoktu. Kendimi Teksas’da nasıl ipince bir filinta zannedip yaylana yaylana gezdiysem, burda da aksine Güliver cüceler ülkesine gelmiş gibi bir hissiyata kapıldım. Ahali bir hayli koyu tenli. Yani benim bildiğim Hintliler bunlardan bayaaa açık. Zenci değiller ama daha da açık değil yani.

Ertesi gün oraların Kıvanç Tatlıtuğ’u kıvamındaki rehberimiz Rangı ile beraber mercan resifleri olan Hikadua ve dünyanın en iyi ilk 12 plajından biri olan Unawatuna’ya gittik. Cam tabanı olan üfürükten kayığımızla gördüğümüz enfes balıklarla daha sonra beraber yüzmek, su biraz bulanık da olsa çok keyifli idi. 3 tane kalamarla baya kovalamaca oynadık. Hele tur sonunda gördüğümüz kocaman kaplumbağa en çok, yüklü bahşiş alan kaptana yaradı.

Unawatuna gerçekten güzel bir plaj. Denize girerken ayağımıza batan taş zannettiğimiz şeylerin aslında kırılmış mercan dalları olduğunu fark ettiğimiz zaman, kumların neden bu kadar beyaz olduğunu da anladık. Oranın ikoncan beach’i sayılabilecek güzelce bir yere konuşlandık. Çitle ayrılmış şezlong bölgesine geçemeyen halk, turistlere bişeyler satmak için sürekli bize bakıyor ve biz de aramızda ‘ilgilenmeyelim, göz teması kurmayalım’ diye konuşuyorduk.

Benzetme ağır olabilir ama manzara bana gerçekten, çocukken hayvanat bahçesinde kafesten elini uzatıp kuruyemiş bekleyen ve acıklı gözlerle bakan maymunları çağrıştırdı. Paranın gücünden ve kendimin o konumda olmasından rahatsızlık duydum. Tabii bu anlık düşünceler beni ve grubu yeme içmeden alıkoymadı. Zavallı kadın garson bizim çekirge sürüsü gibi yiyişimize şaşırsa da herhalde yağlı müşteri bunlar diye sevinmiştir.

Bu arada kobra dansı izledik ve yavru bir makak maymununa ve pitona celebrity muamelesi yaparak sırayla resim çekindik.
Ertesi akşam gittiğimiz kaplumbağa barınağında herhalde dünyanın en sevimli sürüngenlerini sevdik. (Hele otelimiz bahçesinde dolaşan godzilladan sonra!) Buralarda bir delicacy sayılan kaplumbağa çorbası ve yumurtaları için her boy kaplumbağa katlediliyor. Pek çok barınaksa gönüllü olarak halktan para ile bu yumurtaları satın alıp tekrar kuma gömüyor ve çıkan yavruları neredeyse her akşam denize salıyor.

Doğada her yüz yumurtadan biri yaşarken bu şekilde salınan yavrulardan yüzde 30’u canlı kalabiliyor. ‘Good karma’, oradaki adamın dediği gibi...

Bir zamanlar derelerinden yakutlar, zümrütler aktığı söylenen bu cennetin insanı fakir. Aslında bizim değer verdiğimiz şeyler onlarda az. Olanlar da tsunami ile gitmiş. Sadece varlıkları değil, esas sevdikleri gitmiş. Yol boyu denize paralel mezarlar bir dahaki tsunami gelene dek öncekini hatırlatacak binlerce minik anıt gibi.

Dönüş yolumuzun şoförü 24 yaşındaki güleryüzlü Banduka, lisede okurken sabah yedide gelen büyük dalgadan anne ve kardeşlerine sarılarak kurtulmuş. Evi ve her şeyi gitmiş. Babası da... Bu genç adam yolda hala bir tapınağın önünden geçerken dua ediyor. İsyan bilmiyor buranın insanı. Geleni kabul etmiş yıllardır; sömüreni de, tsunamiyi de... İçimden geldi, omzunu sıvazladım… Lanka, Sri Lanka, land of happiness (?)...

* Büyük Türk düşünürü Ç.Y'den (Abla Pansiyon) alıntıdır.

03 Aralık, 2009

sri lanka: hindistan'ın gözyaşı

Eski adıyla Seylan, Arap kaynaklarına göre Serendip, yeni adıyla Sri Lanka Hint Okyanusu'nda yer alan tropikal bir ada ülkesi.

Kimileri ona okyanusta bir inci diyor, kimileri gözyaşı. Bazen de birçok değerli taşın kaynağı olduğu için Yakut Adası ya da Filler Adası olarak anılıyor.

Marko Polo ona 'dünyanın en güzel adası' demiş, Sinbad gemisi batınca Sri Lanka'ya sığınmış, efsanelere göre Adem peygamberin cennetten kovulduktan sonra indiği yer de yine Sri Lanka adası.

Haritada bakınca Hindistan'dan akan bir gözyaşı damlasına benziyor adanın biçimi. Fakir halkı görünce ve tarihi seyri boyunca adanın başından eksik olmayan dertleri okudukça, ben Sri Lanka'ya Hindistan'ın Gözyaşı tanımlamasını daha çok yakıştırdım açıkçası.

Sırasıyla Portekiz, Hollanda ve en son da İngiltere'nin egemenliğinde Sri Lanka, bağımsızlığını 1948 yılında kazanmış. Son çeyrek yüzyılda, bağımsız bir devlet kurmak isteyen Tamiller ile yaşanan iç savaşın sonucunda 70.000 kişi ölmüş. Ülke en son 2004 Güney Asya depreminden sonra oluşan tsunami felaketinde de yaklaşık 30.000 vatandaşını kaybetmiş. Evet evet, burası kesinlikle okyanusta bir gözyaşı damlası.

Sri Lanka'ya 7 kişilik bir grup olarak gittik. Toplam 5 günlük seyahatin 36 saatini yollarda geçirdik. Sri Lanka notlarını seyahat ekimizden Berk yazacak bu sefer. Ben bulduğum her aralıkta uyuduğumdan ve halkla iki kelam lafı zor konuştuğumdan onun benden daha fazla gözlemi var açıkçası. Haydi bakalım Mr Bırgı. Gösterin maharetinizi:)

24 Kasım, 2009

yolun yarısında doğru söz ne?

"İnsan gençken dünyayı, yaşlanınca gençliği düzeltmeye çalışır".

Istatistiklere uygun yaşarsam, hayatımın ortasındayım. Dünyayı düzeltemeyeceğimi (biraz) kabul ettim, gençliği düzeltme tribi de ufak ufak başlıyor sanırım. Çok fena. Üretken, iktidarlı, tehlikeli ve karamsar bir yaştayım. Hayatın ortasındayım.
Üretken; çünkü neyi, nasıl yapabileceğimi biliyorum. Hayatımı yönetirken -vaktiyle çok ter dökerek öğrendiklerim- bugün bayağı işe yarıyor. Yol yordam biliyorum, kolay uyguluyorum.

İktidarlı; çünkü bağımsızlığımın, özgürlüğümün, kimselere ihtiyaç duymazlığımın doruğundayım. Kafa maşallah zehir:) Yeterince deneyimli, yeterince bilgili, yeterince sosyal, yeterince özgüvenliyim.

Karamsar; çünkü dünyada keşfedilecek çok az şey kalmış olmasından korkuyorum. Gittiğim ülkeler, tanıdığım insanlar, akıp giden günler birbirine benzemeye başladı. Eskisi kadar çok öğrenemiyorum hayattan. Eskisi kadar eğlenemiyorum. Gelecek günler sıkıcı mı olacak yoksa? Gunlerin getirmeyebileceklerinden endise ediyorum.

Tehlikeli; çünkü dönemeçteyim. Güle oynaya emekleyerek, tırmalayarak çıktığım basamaklardan, çaktırmamaya çalışarak herkes gibi ben de ineceğim. Ektiklerimi biçeceğim, bugün umursamadıklarımın (mal-mülk, sağlık ve çocuk diyor arkadaşlarım) belki yokluğu yüzünden acı çekip, boyun bükeceğim.

7 Aralık'ta Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi öğrencilerine konuşma yapmak üzere Burdur'a gidiyorum.

Davet geldiğinde çok sevinmiştim. Biriktirdiklerim, kendine yeni bir kanal bulmuştu akmak için. Şimdi, ne söyleyeceğimi düşündüğüm ve seçmeye çalıştığım şu Sri Lanka gunlerinde, endişeliyim. Coşku ve gururun yerini sorumluluk endişesi aldı. Kimse benden 'hayatin anlami' konusmasi beklemiyor elbette. O yaslari bu soruyla cok mesgul gecirdigimden, sanki bugun genclere buna dair bir seyler soylemeliymis gibi hissediyorum:)

Sahi benim sözüm ne? İlham vermeye gidiyorum, dünyayı ve yolları anlatmaya. O büyük büyük sözleri üretenler nasıl karar veriyorlar hangi sözü söyleyeceklerine? Ben çok az kelimeyle, o gençlerde hem iz bırakacak ve hem de yanlış olmayacak sözleri nasıl üreteceğim?

23 Kasım, 2009

seyahat bursu nasıl gidiyor?

"Bir işi yapmak isteyen yolunu, yapmak istemeyen bahanesini bulur".

Bu sözü ilk Gülin'in sitesinde okumuş, yeri geldiğinde kullanmak üzere hafızama kaydetmiştim.

Sezer, seyahat bursu adaylarından biri, yani genç bir gezgin. Hem okuyor, hem de Atatürk Havalimanı'nda çalışıyor. Defalarca girip çıktığım Dış Hatlar Terminali'ndeki, muhtemel şu ana kadar göz teması bile kurmadığım onlarca görevliden biri. Uzatırız pasaportumuzu, onlar hızla kontrol ederler. Ne onların izi kalır bizde, ne onlar aslında bizim kim olduğumuzla ilgilenirler. Belgeler tamamsa birkaç saniyede ayrılır yollarımız. Kimbilir, belki onlar da eşiğinde durdukları dünyaya açılan kapının ardındakini özler, hayalini kurarlar.

En azından artık biliyorum ki: Sezer özler, Sezer merak eder, Sezer o kapıdan geçmek ve dünyaya açılmak ister.

Burs başvuru mektubunda İstanbul'a yaptığı ilk yolculuğu şöyle yazmış ve beni duygulandırmıştı Sezer:

"Gümüşhane'den 30 saatlik bir otostop yolculuğuyla vardığım İstanbul'u ilk gördüğüm anı hiç unutmuyorum. Karşımda duran ışıkları, insanları, çarşıları, eli bayraklı rehberleri takip eden turistleri görünce onore olmuştum. Bu şehir benim memleketime aitti!"

Süreci etkilememesi adına, şu ana kadar Seyahat Bursu'na başvuran adaylardan hiç bahsetmemiştim size. Bu tercihi Sezer ile bozmamın sebebi, Hürriyet Seyahat'te çıkan bugünkü röportajı. Seyahat Bursu ile ilgili güncel bilginin de verildiği yazı için lütfen tıklayın.

Sezer 'bahane değil, yol bulan' gençlerden biri. Dünyaya açılan kapıdan daha çok geçeceğine coşkusu ve gözü karalığı nedeniyle ben eminim.

Genç Gezginler Seyahat Bursu'nda Neler Oluyor ??

Geri sayım başladı! Başvuruların tamamlanmasına artık sadece 45 gün kaldı!

Bir yandan burs başvuruları devam ederken, diğer yandan bursa destek veren kişi ve kurumlar da artıyor. Son gelişme: Hürriyet de bursa destek verecek kurumlardan olacak. Böylece 4 öğrencinin burstan faydalanması mümkün görünüyor. Bursla ilgili gelişmeleri yakından takip ederek, kurumsal desteğin yolunu açan Hürriyet Seyahat yazarı Sn Serhan Yedig'e ayrıca teşekkür ederim.

Ve burs için tuttuğum hayali kumbaraya biraz Dolar, biraz Euro atacak yeni isimler: Sabri Burçin Dermenci ve Çiğdem Yücel (Vaktiyle diyar diyar gezerek benim de yollara düşmemin baş aktörü olan Barış Nerede de kumbaraya bir şeyler atacağım dedi de henüz tam rakamı söylemedi. Sonra Arzu var. Net olmayan bu destekleri şimdilik parantez içinde yazdım:)

Bursa destek olmanın tabii ki tek yolu 'pamuk elleri cebe atmak' değil. Mesela Sandaletli Seyyah Bora bursun duyuru posterini sitesine ekledi.

En hoşuma giden şeylerden biri ise, bursa başvuran adaylardan bazılarının kendi bloglarında bursu duyurmaları oldu. Bu özgüvendir, bu iyi niyettir, bu paylaşmayı bilmektir. Bunlar da benim muhattap olduğum her insanda aradığım kişilik özelliklerindendir.

Öğrenciyseniz burs için hazırlanan yandaki posterin çıkışını alarak okulunuzun kantinine, takıldığınız kafeye, yurdunuzdaki duyuru panosuna asmanızı rica ediyorum. Sizin pek de ilginizi çekmeyen interrail bursu, arkadaşınızın en büyük hayallerinden biri olabilir.

04 Kasım, 2009

yazarını sor, sana nasıl bir kitap olduğunu söyleyeyim

“En iyi profesyonel rehber ve gezi yazarı” ödüllü Saffet Emre Tonguç’un yazdığı “Avrupa’da Görülecek 101 Yer” isimli kitap Boyut Yayın Grubu tarafından geçen yıl yayınlandı. Turizme katkıları nedeni ile de 2008 TUREB En İyi Kitap ödülünü kazandı.

Türkiye’de alanında bir ilk olma niteliğindeki kitap, Avrupa’nın 40 ülkesindeki 101 yeri anlatıyor. Ülkeler hakkında ayrıntılı bilgilerin yanı sıra, Avrupa’daki tüm önemli şehirlerin tarihi ve turistik yerlerini detaylı biçimde veriyor.
Avrupa’da Görülecek 101 Yer” kitabı, yaşlı kıtadaki Osmanlı ve Türk izlerini de takip edip okura ilginç bilgiler aktarıyor. Tallinn’de bir kilise haçının altındaki hilalin, Viyana’da kahvenin, Stockholm’de Süryanilerin, Berlin’de Bergama Müzesi’nin, British Museum’da Efes Artemis Tapınağı’nın, Rodos’ta Cem Sultan’ın, Arnavutluk’ta Rahibe Teresa’nın, Figueres-Dali Müzesi’nde Kapalıçarşı işi sandığın, Peterhof Sarayı’ndaki Çeşme Odası’nın hikayeleri kitapta yer alan detaylardan sadece bazıları.
Satış rekorları kıran “Türkiye’de Görülmesi Gereken 101 Yer” kitabının da yazarlarından olan Saffet Emre Tonguç’un beş yıllık çalışmasının ürünü olan eser Avrupa’ya gidecek herkesin başucu kitabı olmaya aday.
Buraya kadar özetlediklerim, internette biraz tarama yaparak ulaştığım bilgilerden derlediklerim. Ben kitabı basılmadan, satır satır okuyan şanslı azınlıktanım. Kitaba dair yorum yapmadan önce, yazarı Saffet Emre Tonguç'u size anlatmama izin verin.

Senelerden 2006, aylardan aralık, ülkelerden Arjantin...
Aylardır yollardaydım. Binlerce kilometre aşmış, 10 çeşit milletten insanla tanışmış, iklimden iklime, ovalardan dağlara geçmiş, çekilebilir tüm eziyetleri çekmiş, hissedilebilir tüm duyguları hissetmiş, yorgun ama mutlu, yalnız ama halini pek benimsemiş bir yolcuydum o vakit.

Aylardır yollardaydım ve nihayet Patagonya'daki Ateş Toprakları'na, gezegenin en güney şehri Ushuaia'ya vardım. Haritalara ve uzaklara en az benim kadar sevdalı babamı aradım cep telefonumdan, 6 aylık seyahatim içinde ilk ve son kez. "Baba, ben dünyanın sonuna geldim!". (Turkcell'le bağlan hayataaa... Eyy Turkcell, duy sesimizi... TV'ye akıttığın reklam bütçesi yeter. Şu gençlere de bi el ver!)
Dünyanın Ucundaki Fener'e giden tekne için bir bilet aldım, liman çalışanlarının grevi nedeniyle tekne kalkmayınca pek adetim olmamasına rağmen, müzelerden birini gezmeye karar verdim. Macellan'ın seyahatini okuduğum bir anda Türkçe konuşan bir erkek sesi gelince uzaklardan, içgüdüsel bir refleksle koştum sesin sahibine: "Merhaba, ben de Türküm". İnanın bana, böyle anlarda söylenecek akıllı bir söz yoktur:)
O sesin sahibi, Saffet Emre Tonguç'tu. İlk bakışta sıfatları; gezgin, profesyonel rehber, Hürriyet Seyahat muhabiri. Beni, kaldıkları otele, yemeğe davet etti Saffet. Yaban ellerde, onca zaman 'save space' gençleriyle takıldıktan sonra memleketimden gelen bu sıcak, samimi davete: "Çok zarifsiniz, ben sizi rahatsız etmiim" demedim haliyle, daveti değerlendirdim:)
Böyle tanıştık Saffet'le. Sonraki 3 yıl boyunca; siz diyin 3, ben diyeyim 4 kez görüştük. Her gün gördüğüm arkadaşımından daha fazla "hamurumu" anladığını, daha güzel bir ben yaratma çabamı tanıdığını, varlığıyla bana bu ilhamı verdiğini biliyorum.
Arada sms atar dünyanın bir köşesinden. Kuzey denizlerindeki bir cruise'dan, ya da tropikal bir adadan... Sessiz geçmiş her döneminin sonunda, üreterek karşıma çıkar Saffet. Kitap yazar, fotoğraf sergisi açar. Tanıdıkça onu, sıfatlarının çokluğuna şaştım. Kişiliğinin derinliğine ise büyük saygı ve hayranlık duydum. Türkiye'de bu modelden keşke daha çok olsa dediğim insanlardan biridir Saffet. Çalışkan, üretken, analitik zekaya sahip, entellektüel, gustosu olan, zarif ruhlu, iham veren, saygı uyandıran... harika bir yazar, gerçek bir 'aydın'... anlamlı bir hayat yaşayan, dünyaya değer katan, 'bana hep bana' demeyen bir dünya vatandaşı... ve çok vefalı bir arkadaş. İyi sınıfına konabilecek daha pek çok sıfatı kolaylıkla onun için kullanabilirim. Satırlarını hayal gücümle doldurduğum bir karakter değil Saffet, "az laf çok iş" insanlarından.
Bir insanın sizden bu şekilde bahsetmesini sağlamak ne kadar zor fikriniz vardır elbet. Açıkça söyleyeyim, kimsenin benden böyle söz ettiğini duymadım henüz:) Demek ki daha yapacak çok işim, alınacak çok yolum var.
"Avrupa’da Görülecek 101 Yer" ve
"Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer"
Saffet Emre Tonguç'un kitapları.
Şimdi siz düşünün artık;
bu insandan sizce kaliteli bir eser çıkmış mıdıırr, çıkmamış mıdır?
Yorumu size bırakıyorum:)

19 Ekim, 2009

arjantin'de güneş battı

Arjantin'in sanat güneşi Mercedes Sosa 'yı 4 Ekim'de kaybetmişiz, yeni öğrendim.

Evrensel bir sanatçı, güçlü bir ses ve kocaman yürekli bir kadın olarak tanıtmışlardı onu bana, dinlemeden sevmiştim.

Hepimizin gideceği yere gitti Mercedes, ama gitmeden çoğumuzdan daha fazla şükretti sanırım.

Buenos Aires, Tigre, Puerto Madryn, El Calafate ve Ushuaia'dan oluşan Arjantin fotoğraf albümümü derledim. Klipte dinleyeceğiniz konser kaydında Mercedes Sosa'ya Joan Baez eşlik ediyor: Gracias a la Vida-Teşekkürler Hayat!

Kimse seyretmezse ben seyrederim.

teşekkürler hayat, verdiğin her şey için;
her açtığımda, siyahı beyazdan, cennetin huzmesini karanlıktan, sevdiğim erkeği kalabalıktan çıkarıp bana sunan gözlerim için...

teşekkürler hayat, verdiğin her şey için;
hayatın sesi ve kelimelerim, düşüncelerim, ettiğim kelamlar, annem, dostlarım, kardeşim ve parlayan güneş ve aşkın izleri için...

teşekkürler hayat, verdiğin her şey için;
duyduğum tüm sesler -gece, gündüz, ağustos böcekleri, kanaryalar, çekiçler, motorlar, köpek bağırışları, rüzgar ve yarin sakin fısıltıları için...

teşekkürler hayat, verdiğin her şey için;
caddelerinde, göl kıyılarında, dağlarında, ovalarında, leb-i deryada, yahut suya hasret çöllerinde ve evlerinde yorulan adımlarım için...

teşekkürler hayat, her şey için;
yıkıntılardan kendimi yeniden yaratabildiğim ve yeniden hayata sunabildiğim için
kahkahalarım, göz yaşlarım ve bu şarkı için...

teşekkürler hayat, her şey için!

06 Ekim, 2009

bangkok, melekler şehri mi?

Kalbimizi Hint Okyanusu'nda bırakarak, gerçek adı yazamayacağım kadar uzun olan başkent Bangkok'a uçtuk. Bangkok Thai dilinde Melekler Şehri demekmiş. Meleklerden geçilmiyordu, sormayınız! Bundan sonra bana da Pamuk Prenses diyelim en iyisi:)

Bangkok'ta en iyi bildiğim yer 11 günde 4 kez ayak basmak zorunda kaldığım havalimanı. Dört katlı bir liman düşünün; her bir katına internasyonel ve domestik uçuşların gidiş ve gelişleri dağıtılmış. Ayrı terminaller olmaması yolcuların işini bayağı kolaylaştırıyor. Uçaktan inince şehire ulaşmak için yapacağınız en akıllıca iş, departure katlarından birine gitmek ve yolcusunu bırakmış boş taksilerden biriyle pazarlık yapmak (Polis beklememeleri için sürekli uyardığı için ya boş dönecek, ya da sizinle makul bir fiyata anlaşacaklar. Biz şehir merkezindeki otelimize 300 Baht'a gittik. Otoban ücretini size ödetmeye kalkacaklar, ıı ıhh diyeceksiniz. Tek kişiyseniz 150 Baht'a shuttle var. Bir de 30 Bahtlık otobüsün varlığını duyduk ama izini sürmedik *).

Bahsettiğimiz şehir 6.5 milyon nüfusuyla büyük, trafik sorunlu, dünyada pek çok başkent gibi 'gelişmiş'. Bir gezginin kendini bulacağı bir yer filan değil kısacası.

Yine de modern binalarını, ulaşım araçlarını, alışveriş merkezlerini filan koyarsak kenara, pek çok lider kentte olmayacak kadar da ülkesinin karakterini taşımayı bilmiş Bangkok. Daha uçaktan başlıyorsunuz şaşırmaya. Sanki suların üzerine kondurulmuş binalar, yollar, insanlar...

İlk gün Bangkok'un olmazsa olmazlarından birini gerçekleştiriyor ve bir nehir-kanal turu alıyoruz. Hayatın suyla bu kadar iç içe geçmesi ilginç. Üzerinde ilerlediğimiz nehirde öyle bir akıntı ve dalga var ki, böylesi bizim boğazlarda yok. Bir ara ekmek atıyoruz nehire. Ben diyeyim kol, siz diyin bacak boyutunda balıklar neredeyse zıplayıp elimizden kapıyor ekmekleri. Gerçekten ürkütücü hayvanlar! O günden sonra balık yemeyi bırakıyoruz.

Yollarda bozulan kameralarımızın yerine Bangkok'ta yenilerini koyuyoruz elbette (Pantip Plaza). Uzak Doğu'dayız. Buradan elektronik alet almadan döneni kapıda dövüyorlarmış! James Bond ve Phi Phi için kullandığım fotoğraflar maalesef araktı; bunlar el emeği göz nuru, kendi fotoğraflarım:P (Meriçcim, sana getirdiğim çubukları aldığım amcaya bir merhaba de.)

Bangkok'ta tüm yollar dönüp dolaşıp Grand Palace'a, Patpong'a, China Town'a, Khason Road'a, gece pazarlarına çıkar. Birkaç gün için Bangkok'ta olacaksanız, görülmezse ayıp olacak mekanları diğer gezginler yazmış. Buyrun yazı 1 ve yazı 2. Ben şimdi hiiç uğraşmiim.

Grand Palace gerçekten de çarpıcı. Kompleksin içinde saray, budist tapınakları ve devlet kurumlarının bazı binaları var. Hava o kadar sıcaktı ki, beynimin kaynaması pahasına bir dünya resim çektim. Ama şimdi eklemeye üşenmekteyim.

Benim Bangkok'ta en ilgimi çeken şeylerden biri, halkın toplaşıp spor yapması. Bir bakıyorsunuz parkın bir kenarına konan aletlerde oğlanlar barfiks çekiyor. Aaa, bu kalabalık ne yapıyor derken, kaldırıma dizilmiş Thai kadınlarını bir hoca eşliğinde aerobik yaparken görüyorsunuz. Bizim belediyelerin şehri alet edevatla donatma fikrini nereden aldığı anlaşıldı:) - da insan bi durur düşünür, biz nasıl bir milletiz, komşu Ayşe hanımlarla bi koşu aerobiğe gitmek bize uyar mı diye. Gençlerimizi de hayal ettim şimdi ben; Bebek Parkı'nda hep birlikte kas büyütüyorlar. Ahaha. Yok valla, bu eylemler bizi bozar:)

Bangkok Çevresinde Bir Gün

Bangkok'taki 3. ve son günümüze dahiyane bir planla taksi kiralayarak şehirdışında geçirmeye karar verdik. Görülmezse orta yerimden çatlayacağım 3 yer vardı;

Ülkenin en büyük yüzen çarşısı, The Damnoen Saduak Floating Market (Bangkok'a uzaklığı 104 km)...


Çocukluğumdan filmiyle bildiğim Kwai Nehri üzerindeki Kwai Köprüsü...


Tayların eski başkenti Ayutthaya ve tarihi watlar...

Normalde bunlar birbirine çok uzak şehirler olmamakla birlikte, 11 saatte ancak bitirdik. Gittik mi, gittik. Gördük mü, gördük. Sevdik mi, sevdik. Patladık mı, patladık:)

Evdeki hesap çarşıya uymadı, ortada unutulan bir Bangkok trafiği vardı. Dönüş yolu, Ayutthaya'dan otelimize doğru başladı, otele ulaşamadan havaalanında bitti benim için (Pansiyon bavulsuz Chiang Mai'ye kaçar). Yalnız kalmış Yonca tekrar otele doğru devam etti, yokk yok mümkün değildi otele varmak... Bu arada trafikte 4 saat geçti... Sonra otele varamadan yeniden havaalanı. Bize bavullarımızı getiriinn.... Nee taksi mi bulamadınız, kardeşim 1 saat önce yolluyoruz demiştiniz... Haa buldunuz mu bir taksi... Uçağa yetişecek değil mi? Neee 1000 Baht mı, dalga mı geçiyorsun, bu yol maksimum olsun 500 Baht... Ne ekstra bavul 160 Euro mu?...

Yonca gözyaşları ile veda etmiş melekler şehrine. Ben de o sırada havaalanında tanıştığım kim olduğu belirsiz bir adamın arabasında Chiang Mai'de kendime kalacak bir otel aramaktayım. Nefis bir geceydi. Yonca'dan dinlemek lazım asıl hikayeyi. Anlatmaz ki. Hatta bu yazıyı bile okumamıştır. Tembel teneke:)

* Tay taksicilerinin intikamını trafik polisimiz alacağa benzer; ben bunları yazarken kaçtı Pansiyon'a bi park cezası! Yok arkadaş yok, şu dünyadan mülksüz göçücem ben. Para bende durmaz!

03 Ekim, 2009

genç gezgine mektup - 1

Sevgili genç gezgin,

Seyahat bursu vesilesiyle tanıştık seninle. Enerjin enerjimi çoğalttı, hayallerin hayalimi büyüttü.

Başladım düşlemeye: Neden 2010 yazında 50 genç gezgin eş zamanlı yollara düşmesin? Avrupa'yı, Asya'yı, Afrika'yı neden birbirine katmasın?
Talebin olduğu yerde, arz başlar. Önce sen hayal kur. 'Bir düşüm var' diyerek sesini duyur. Yoldaşlarını çoğalt. Gezmekle yıldız filan olunmuyor. O yolları seninle yürüyen, seninle kahır çekip, seninle sorgulayan, senin gibi meraklı arkadaşlara ihtiyacın olacak. Ne kadar çok yürek, o kadar çok ses. Paylaşmayı öğren. Çoğalmayı bil. O zaman seçenekler birer birer çıkar ortaya, el verenlerin sayıları çoğalır. Önce talep lazım ama! Talebi yarat. Şansını çoğalt.

Tam 1 ay olmuş Genç Gezginler Seyahat Bursu ilgili ilk yazıyı yazalı. Başvurunun bitmesine kaldı 3 ay. Şu ana kadar bursa başvuran bazı arkadaşların coşkularıyla, yaratıcılıklarıyla ya da ısrarcılıklarıyla öne çıktılar. Bazı arkadaşlarına da hayatta istedikleri şeyin kapısını bu kadar ürkek ve umutsuzca çalarlarsa (sadece seyahat bursu için değil, herhangi bir konuyla ilgili) mucize ummamaları gerektiğini, kişiliğimden beklenmez bir yumuşak dillilikle anlatmaya çalıştım:) Umarım mesajı alır, yeniden daha büyük bir iştahla çalarlar Pansiyon'un kapısını.

Seni yollarda hayal ediyorum da... içim sevinç doluyor. Yolun şimdiden açık olsun genç gezgin. Haydi bakalım, göster kendini!

02 Ekim, 2009

phuket macerası sürüyor

Phuket'teki 2. gün, güya önceden ayarladığımız özel araç ve şoförle sabahın erken saatinde başladı. Hazır aracımız varken Patong dışındaki Phuket plajlarını sırasıyla gezelim dedik. Dedik de, gezilecek pek de matah bir plaj olmadığının tez zamanda farkettik. Phuket'in plajları bence yerlerde. Yerlerde derken, yanlış anlaşılmasın. Antalya'nın denizinin dalgalısı.

Phuket'in tsunamiden en çok etkilenen yerlerden olduğu, eski tadından çok şey kaybettiği söyleniyor. Eskiden neydi, şimdi ne oldu kıyaslayamıyorum tabi. Ama deniz de tsunamiden etkilenmedi ya. Yani ben eskiden de çok şahane bir yer olmadığını düşünüyorum. 'Türkiye'den 10 saat uçup Antalya plajına varacaktıysam, ne demeye geldim' hayal kırıklığıydı benimkisi. Tüm ada boyunca plajın hemen yanındaki anayolu kenarına kurulmuş resortlar var. Deniz o kadar dalgalıydı ki, olsa olsa sörfçülerin ilgisini çekebilirdi. Girmedik mi girdik; benim kafamdaki toka dalgalarda kayboldu, Yonca da az daha bikinisi bırakıyordu suda. Fazla kasmadık, çıktık.

Denizden umudu kesince, kendimizi kültür turizmine verelim bari olduk. Adanın en büyük budist tapınağına gittik. Şansımıza bir çeşit ayine denk geldik, ardından rahipler halka yemek dağıttı. Asya'ya ilk yolculuk olduğu için, hayatımda ilk defa bir budist tapınağına adım atmıştım, şans benimleydi. Heyacanlandım.

Otelden çıkalı 3 saat olmuştu; şoförümüz bizi poligon, alışveriş merkezi gibi yerlere götürmeye çalışıyor, gitmek istediğimiz yerleri haritadan gösterdiğimizde de İngilizce anlamıyor ayağına yatıyordu. Turizm polisini aramakla tehdit ettik. Bizi dağ başında bırakarak kaçtı! Böylece bir gece önceden yaptığımız planlar ve anlaşma bozulmuş oldu. Siz istediğiniz kadar plan yapın; sonunda su akması gerektiği gibi akar:) Yoldan geçen bir taksiyi durdurup, Phuket Town'a sürdürdük arabayı. Orada da heyacanlı olan tek şey, halkın spor yapmak için çıktığı tepedeki maymunlardı. Yonca hayvanları görünce kendini tuktuk'a attı; ben de onları ellerimle besledim. Bir ara ormandaki tüm maymunlar üstüme koşturunca tırsmadım değil, ama delikanlı tavrımdan ödün vermedim:)

O gün aldığımız ve sonrasında da teyid ettiğimiz dersler şunlar oldu: (1) Tayland'da söylenen herhangi bir şeyin fiyatını x4 olarak düşünmeliyiz. Taksici 1000 Baht mı istiyor, bu 250'ye başka bir araç bulabiliriz demek (2) Thai'lar soruya soruyla karşılık verme, sizden planlarınızı öğrenip, zorla size bir şey satmanın kitabını yazmış. İletişimde dizginleri elimize almazsanız, fiyat sorduğunuz her taksici veya tuktukçuya 3 günlük planlarınızı anlatmak zorunda kalabilirsiniz. (3) Tayland'da 'anlaşma, anlaşma değildir'. Mütemadiyen kıyısından kenarından çemkirip, sonunda avantajı yakalamanın bir yolunu bulurlar.

Phuket'teki ilk gündüzümüz; plajlarda, budist tapınaklarında (wat deniyor), maymunlar ormanında... Gecemiz ise Patong Beach'in en ünlü caddesi Bangla'da geçti. Tayland akla gelen ilk şeylerden biri, malumunuz seks turizmi. Bu konuda Pattaya almış başını gitmiş, ama ülkenin kalan yerlerinde Pattaya havasının izlerini görmek mümkün. Bangla'da, gördüğümüz 45 yaş üstü tüm erkeklerin yanında, bir (veya bazen birden çok) Thai kızı vardı. Ülke eskort kızları, 'mutlu son' vaat eden vücut masajı ve go-go barlarıyla ünlü.

Yaşlıca ve makul görünümlü batılı bir kadının kolumuzdan çekiştirip giriş için para vermek zorunda değilsiniz sözlerine kanarak, bir go go bar'dan içeri daldık. Toplasan 60-70 m2'lik bir mekan, ortasında yüksek bir platform, üzerinde yaşları 15-20 arasında değişen 5-6 iç çamaşırlı kadın. Barın en kuytusunda karanlık bir köşeye konuşlandık. Platformun hemen altındaki sandalyelere bıyıklı 3 Arap adam, olacakları yakından takip etmek üzere kurulmuş. Benim gözlüğüm daha havaalanından çıkmadan kırıldığı için, ben olayları uzaktan bile takip edemedim açıkçası. Yonca'nın ayy, iğrenç, tuu vb söylemleri ile olayları yakalamaya çalıştım. Yalnız bir kare var ki, bozuk göz filan engel olmadı yakalamama. Elinde muhabbet kuşu ile piste çıplak bir kadın çıktı. Kuş, bedeninin derinliklerine uçtu, sonra geri geldi. Oha ki, ne oha! Yanımdaki Alman bozuntusu adamın yanında 2 el kadar kız bittiği aşamada, olacakları hiç öğrenmemek adına biz ortamdan uzadık. Göreceğimizi görmüştük. Erkek olmadığımıza minnet ettiğimiz anlardandır o an. Okuduğuma göre, her yıl yaklaşık 600 Alman erkek tabutu ülkelerine gönderiliyormuş. Karıları ilgilensin tabii cenazeleriyle.

Ertesi gün son dakika ayarladığımız bir turla, Phuket'in hemen kuzeyindeki Phang Nga bölgesine bağlı James Bond adalarına gittik. Phuket'i değerlendiren şeyi anladık. Civardaki adalar! O ne şahane bir manzaraydı öyle... Denize serpiştirilmiş yüzlerce ada. Sazlıklar arasından botumuzla süzüldük, denize ulaştık.

Bu adalar, James Bond filmlerinden biri burada çekildikten sonra bu ismi almış. Hayatımda herhangi bir JB filmi seyretmedim. O güzellikleri ekranda da olsa görmek isterseniz, "007- The Man with the Golden Gun" isimli filmi izlemenizi öneririm. Ben de bulup seyredeceğim.

Turda, bayram tatillerini geçirmek için Bodrum'dan gelen 2 Türk çiftle tanıştık. Bizim Phuket'ten aldığımız incilerin fiyatlarını duyunca feci şekilde kazıklandığımızı söylediler. Gittiğimiz müslüman köyünde sıkı bir inci alışverişi ve pazarlığı yaptılar; biz de gaza gelip yeni inciler aldık. Yonca kazıklandığımız bilgisine öyle çok içerledi ki, günler boyunca travma içinde söylendi durdu:) Türkiye'ye dönünce de ilk yaptığı şey kuyumcuya incilerini kontrol ettirmek olmuş. Ahahaa, sonuç: ilk aldığımız inciler gerçek ve müslüman köyünden güya ucuza kapattığımız inciler sahte! Kendi kazıklanmışlığına üzülmek yerine, çok bilmiş Türklerin daha çok kazıklanmış olduğu bilgisi nedense ona iyi geldi:)


O taraflara yolunuz düşerse, Phuket'te vakit kaybetmeyin, mutlaka ama mutlaka civardaki adaları ziyaret edin. James Bond sunduğu manzaralar nedeniyle mutlaka görülmesi gerekenler listenizde olsa da, deniz ve deniz altı güzellikleri açısından Phi Phi gibi, Koh Racha veya Koh He (Coral Island) gibi daha iyi seçenekler olduğunu unutmayın.

Benim dijital kameramın lensi yolda kırılmıştı. James Bond adalarında yaptığımız kano gezisi sırasında da Yonca'nın kamerasına su damladı. Böylece Tayland gezisinin 2 gününde kamerasız kaldık. Turun sonunda gittiğimiz bir wat'taki budist rahip tarafından kutsandığım anlar:) ve cennet ada Phi Phi'de geçirdiğimiz 1,5 gün maalesef görüntülenemedi.

Phuket'teki 3. günümüzde Phi Phi adasına tur aldık (45$/kişi). Speedboat içine tıkıştırılmış 15-20 kadar turist, bir de hiç susmadan konuşan erkek Thai rehber; kabustu kabus!

Phi Phi'ye geçmeden, biraz Thai erkekleri hakkında atıp tutmama lütfen izin verin. Çekikler konusunda ezelden beri ırkçı bir insan olduğum yakın çevrem tarafından bilinir. Yani hiçbiriyle bir alıp veremediğim olmadı aslında. ABD'de tanıştığım sakin, çalışkan, kocakafalı çekikler dışında yakından tanıdığım kimse olmadı. Benim tüm itirazım çirkinliklerine (Kötüyüm ben kötüyüm, kötüyüm, kötüyüüüm). Yani öyle pis bir ayrımcıyım ki; insanlar ve çekikler var benim için (Karma olayı doğruysa, Çin'de çekik tecavüzü beni bekliyor!). Tipleri neyseydi de, şimdi üstüne halleri de eklendi. Aman allahıımm, topukla ve kaçç! İçimdeki insan sevgisi de bi yere kadar:)

Aslında çekik erkek, çekik kadın ve çekik çocuk olarak olayı ayırmakta fayda var. Nadir de olsa kadınlar güzel. Çirkini bile iyi huylu en azından. Yani bi mırmır konuşmalar, bi miniklik, bi narinlik, bir uysallık... karşıdakine kendini kral gibi hissettirmeler filan. Çekik çocuklar da öyle böyle değil, çok şekerler! Yani ben gibi çocuk sevmez bir insanın bile kalbinde onlara dair sempati uyanması, tatlılıkları konusunda size bir ipucu versin. Ama o tatlı bebelerin büyüyünce o çirkin, antipatik, mızmız erkeklere dönüşmesi akıl alır gibi değil.

Tayland'a ayak bastığımız andan itibaren Yonca ile aramızda şöyle dialoglar geçti: "Şu polis kılıklı adama yolu soralım Yonca" - "O zaten polis Özlem".
"Aaa şurada rakip kılıklı bir oğlan var" - "O da rahip zaten".
"Masajı şu erkek kılıklı masöze mi yaptırsak?"- "O erkek yahu".

Velhasıl efendim, bir çekik erkeğin bendeki algısı en iyi olasılıkla, "kılıklı olduğu". Sadece Thai boksu yapanlar biraz gözüme girdi, o da dövüş sporlarını seviyorum diye. Kalanını topla, at çöpe (Tanrı beni affetsin:)).

Neyse Phi Phi turuna dönersek; o uyuz rehber 1 saatlik yol boyunca bir an bile susmadı. Her şekil kılıklısını görmüştük de, bu da başka bir modeldi. Bir hiperaktivite, bir gürültücülük, bir yaşamı tüm yolculara dar etme hali. Bre kılıksız adam, bi sus, bi izin ver.

The Beach filminin çekildiği Phi Phi Lei adasındaki Maya Bay plajına gelmişiz. İki içimize dönelim, biraz huzur bulalım. Sustu mu, hayır. Denize gireli 10 dk olmuştu ki, düdüğünü çaldı da çaldı.

Hayal edin şimdi siz. Şu harika plajda yüzmek için 10 bin km yol gelmişsiniz. Başınıza gelen, düdükçü bir delidir. Ne yaptık? Phi Phi Don adasına geçtiğimiz anda, turu bıraktık. O adamla Phuket'e geri dönseydik, benden duyacağınız sözler asla birazdan duyacaklarınız gibi olmazdı.

Koh Phi Phi'nin yerleşim olan adası, Don. Yüksek sezonda doluluk nasıldır bilmem ama biz oldukça kolay kendimize yer bulduk. Ferry'lerin kalktığı limanın girişine birkaç acenta var; bizdeki bazı emlakçıların yaptığı gibi camekanda adanın neredeyse tüm otellerinin resimleri, oda fiyatları vs yazılı. Gözümüze kestirdiğimiz otel, maalesef limana en uzak otelmiş, sıcakta biraz ter döktük. Ama adanın en sakin otelinde sonunda rehber travmasını atıp, kendimizi sonunda harika sulara attık.

Gözlerimizin önünden denizin önce çekilip gecenin ilerleyen saatlerinde yeniden gelmesi harika bir deneyimdi. Tropikal meyvelerden yapılmış meyve sularımızı içtik. Ohh be, sonunda tatildeydik!

Gece içinde ring olan bir bara, Thai boks maçı izlemeye gittik. Uzun süredir ucuz cennet adada gençliklerini yaşamaya koyulmuş turistler, belli ki bir yandan da boks çalışıyordu. Gecenin bir aşamasında ringe çıkan Thai gençleriyle, turistlerin dövüşü birbirine pek benzemiyordu gerçi; ama biz yine de ıslıklar çaldık, turist oğlanları cesaretlendirdik.

Bora'nın Phi Phi'yi hiç sevmediğini okumuştum bir yazısında. İnsanların beğenileri mi çok farklıydı, yoksa sevdiğimiz şeyler sadece yaşananlarla mı alakalıydı, yoksa gerçekten söylendiği gibi tsunami Phi Phi'ye iyi mi gelmişti?..

Ben Phi Phi'yi çok sevdim. Yine giderim, tekrar giderim. Ve hatta bi daha da dönmem, kalırım :)