pansiyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
pansiyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim, 2014

ölümler çıplak gelir

M: Gözlerini kapat ve kendini herhangi bir yerde hayal et.
Ö: …
M: Ettin mi?
Ö: Ettim.
M: Neredesin?
Ö: Denizdeyim. Bir yelkenlide.
M: Ortam nasıl?
Ö: Deniz sakin, hava güneşli. Usul usul esiyor rüzgar.
M: Etrafta ne görüyorsun?
Ö: Adalar… İrili ufaklı adaların arasından geçiyorum. Güzel tropikal bir adanın yanındayız. Rengarenk kıyafetler içinde neşeli insanlar dolaşıyor sokaklarda.
M: Karaya çıkacak mısın?
Ö: Hayır.
M: Neden? Teknede seni bir şey mi tutuyor?
Ö: Bilmem. Belki.
M: Yelkenliye dönelim. Etrafta dikkatini çeken bir şey var mı?
Ö: Bir ip var, aşağı doğru sarkıyor. Tekneye bir şey bağlı galiba.
M: Nasıl bir şey?
Ö: Ceset torbasına benziyor.
M: Ceset torbası mı?
Ö: Evet.
M: Sence o torbada kimin cesedi var?
Ö: (Gözyaşları akmaya başlar) Benim!
M: Ne yapacaksın o torbayı?
Ö: …

Kendini rüzgara bırakmış bir yelkenlide, neşeli adalara uzaktan bakarak ilerlerken ölümümün yasını tutuyordum. Cesedimi ne yapacağımı o an ben de bilmiyordum.

15 Şubat, 2012

"gazella ile 3 kıta 1 blogger" yarışması

Yaşın kemale erdiğini hitaplardan anlarsınız önce. Yeni tanıştığınız insanlar size HANIM demeye başlar; "Kaç kilo tartiim, ABLA?" diye sorar manav; arkadaşların çocukları TEYZEE diye eteğinize yapışır. Dil dürüsttür:) Belli ki, artık, at kuyruğu yaptığınız saçınızı millet bi yere kadar yemektedir. Bayramlarda aldığınız mesaj sayısı artar. Barlarda kimliğinizi kimse sormamaya başlar. Filan.

Üstüne bir de, yarışmalarda jüri üyeliği davetleri gelmeye başladıysa; siz artık cidden bi HANIM, bi ABLA, bi TEYZE olmuşsunuz demektir (Benim için üzülmeyin; hürmet görmek de iyi bi şey:P).

Jüri üyesi olmasaydım katılmayı çok isteyeceğim bir yarışmayı duyurmak istiyorum bugün size: "GAZELLA İLE 3 KITA 1 BLOGGER".

- Başvuru süreci bugün başlayan (ve sadece 2 hafta olan) yarışmaya katılmak istiyorsanız, blogunuzda üç adet gezi yazısı olması yeterli.

- Gazella Facebook Fan Sayfasında yer alan “Yarışma” sekmesi üzerinden bloglarının kaydını yaptıran katılımcılar, halk oylamasında beğenilen bloglar arasında ilk 10'a girerlerse, ikinci aşamaya geçebilecekler.

- İkinci ve final aşamada, ilk 10'a kalan blog yazarlarından, gitmeyi en fazla hayal ettikleri yeri ve orada yapacaklarını konu olan bir yazı yazması beklenecek. Tasarlanan seyahat planları jüri oylaması ile değerlendirilerek yarışmanın ilk 3'ü belirlenecek.

Birinci seçilen aday, Gazella tarafından bütün masrafları karşılanmak üzere yaklaşık 2500 avro değerinde bir tatil kazanacak. İkinci ve 3. seçilen finalistler de tatil hediyesi ile ödüllendirilecek.


Paylaşmanın güzelliği adına bloglarımızda yüzlerce yazı yazdık, deneyimlerimizi paylaştık. Aramızdan en azından birkaç blog yazarının emeklerinin küçük bir karşılığını alacak ve ilginç bir seyahatle bizi de peşlerine takacak olması ne güzel! Böylesi fırsatların artmasını diliyorum.

31 Aralık, 2011

elveda 2011

1975’te yürümeyi, konuşmayı öğrendim; 1981’de okumayı, yazmayı...

1984’te bisiklete binmeyi öğrendim; 1985'te özgürlüğün güzelliğini...

1987’de arkadaşlığın değerini öğrendim; 1988’de yalnızlığın mutlaklığını…

1990’da aşık olmayı öğrendim; 1991’de kalp ağrısından ölünmediğini…

1992’de para kazanmayı öğrendim; 1995’te başarısızlığın acı tadını…

1997’de azmin elinden bir şeyin kurtulamayacağını öğrendim. 2000’de potansiyelimin bilincine vardım.

2001’de doğuştan ‘arıza’ olmadığımı öğrendim. 2005’te arızalanma hakkımı kullandım.

2006’da yollara düştüm ve hayata başka bir yerden bakmayı öğrendim. 2007’de küllerimden yeniden doğdum.

Her gelen sene bir tuğla koydu, bir çentik attı... Öğrenerek, deneyerek, didinerek, eğlenerek bu günlere ulaştım.

Muhtemel bu sene de, öğrenecek fazla şey kalmadığından endişelenen Özlem olarak, hayat bana yine yapacak sürprizini… Öğrenmenin sonu olmadığını yeniden fark edeceğim.

2011’in, hayatı anlamlandırma adına yeni fırsatlar sunmasını ve bize bu fırsatların izini sürecek bakış açısı, istek ve coşkuyu getirmesini diliyorum.

***

Geçen yıl bugün sevdiğim birkaç dosta yeni yıl tebriği olarak yukarıdaki mesajı atmıştım. O günden bugüne 365 gün geçti, dünya güneşin etrafındaki bir turunu daha tamamladı.

2011 zor bir yıldı benim için; elimden gelse kayıtlardan sileceğim. Belki gelecekte "Ben 2011’de şunu öğrendim" diyeceğim bilge bir sükunetle... Ama bugün küskünüm kendisine...

Yeni yıla Heybeliada’daki Heyamola Ada Lokantası’nda gireceğim. Yolu düşeniniz olursa, beklerim.

İyi seneler!

16 Kasım, 2011

gezi yazısı yarışması

İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili Birimi tarafından, tüm üniversite öğrencilerinin katılımına açık bir Gezi Yazısı Yarışması düzenleniyor.

Ben de gezi yazılarını değerlendirecek olan Seçici Kurul'dayım.


Ödüller

1. olan yazı için 3000 TL değerinde seyahat bursu
2. olan yazı için 2000 TL değerinde seyahat bursu
3. olan yazı için 1000 TL değerinde seyahat bursu
Ayrıca iki yazı için Özendirme Ödülü (250 TL değerinde İBÜ Yay. Kitap seti)

Başvuru koşulları için tıklayın.

Bilgi Üniversitesi'ni kutluyor, kalemine güvenen gezgin üniversiteli arkadaşları bu heyecan verici yarışmaya davet ediyorum.

05 Temmuz, 2011

pansiyon, güney kore basınında...

Cismim Güney Kore'ye henüz gidemese de, ismim gitmiş durumda!

The Korea Herald'ın 4.7.2011 tarihli haberinden;

Korean films and dramas have acted as a gateway to Korea in Turkey.

For Ozlem Yucel, 37, an advertising executive who is also a popular travel blogger, watching “My Sassy Girl” on the Internet six months ago has been life-changing in many ways.

Like most Turkish people, Yucel had been interested in the West rather than the East. Since the founding of the modern Turkish republic in 1923, the Turkish elite has been interested in learning Western languages and cultures.

One Korean film led to another, and Yucel soon found herself a fan of films and dramas from Korea. Her interest has led her to eat in the few Korean restaurants in Istanbul.

More importantly, she is planning a two-week trip to Korea in September, something she had never considered before watching her first Korean film, quite by accident. “I have never thought of going to Korea up until six months ago. It would not have made it to the list of my next 50 travels either. Now, it’s my utmost priority to visit there as soon as possible,” she says.

Korean films and dramas offer a unique window into Korean culture and lifestyle, Yucel observes. “Korean dramas have solid storyline. But the details are very surprising, too,” she says, noting that dramas portray details of everyday life in Korea that she finds very intriguing.

Along the way, Yucel has picked up a few common Korean expressions. “I use Korean words like ‘aigu,’ ‘oetteokhae,’ and ‘aja aja’ even if nobody understands them,” she says. “I am trying to memorize a Korean song to sing in a noraebang,” she adds.

Haberin tamamı için buraya bi tık.

23 Haziran, 2011

pabucu yarıım, çık dışarıya oynayalııım

Bir önceki yazıya ben de bir yorum yapayım derken, yanıtı uzattım da uzattım. Buraya taşalım madem:)

Bazen gönderilen mesajlara hayret ettiğim doğru (Bknz: Mektup 4). "3.5 yıldır konuyu böyle mi araştırıyorsun hocam? Senin yolun yol değil" demeyi istemedim mi o örnekte, istedim. Pansiyon için fiyat soran kişilere "Nerede olduğu hiç mi mühim değil bu pansiyonun? Fiyat makulse kalacak mısın?" diye sorasım da geliyor. Yine de garip pansiyon mektuplarını, yazarlarını aşağılamak için paylaşmıyorum. Ben hiç mi şaptilik yapmıyorum, illa ki yapıyorumdur. Birileri de benim şaptiliklerimi Nasreddin Hoca fıkrası gibi anlatsın.

Sanırım görünür kılmak istediğim (yorumlarda geçen muhakeme kabiliyetsizliği ve beyinsizlik değil); 'sense of humor' ve oyun arayışı noksanlığı… Oyuna icabet eden numunelik arkadaş da "yalnız bir erkeğim"e bağlamış durumu, oynadığıma değmez ayol:P

Arada ayağınıza bi top düşer. Topa bi tarafınızı dönebilir ve 'ağır' hayatınıza devam edebilirsiniz. Ama topu 2 kere sektirip oyuna katılacak biri var mı diye bakmak da bi seçenek. Halim varsa, benim denemeye değer bulduğum bir seçenek.

Bire bir alakalı değil; ama aklıma gelen, sandıktan 2 anı size.

İkibinlerin başı. O zaman bir reklam ajansında çalışıyorum. Ajansa üzerinde "Haluk Levent/ posta no: XX/ İstanbul" yazan bir mektup yanlışlıkla gelmiş. Lüzumsuz İşler Müdürü olduğumdan bana verdi mektubu sekreter, ne yapalım diye. Postacı bulamamış, ben nasıl buliim Haluk Levent'i? Ee, haliyle açtım okudum. Liseli bir oğlan: "Sevdiğim kız sizin en büyük hayranınız. Noluuuur, onu bi kere arayın, benim onu sevdiğimi söyleyin, sizden etkilenir" diye yalvarıyor. Verdiği numaradaki kızı aramaya ve iletişim becerilerimi konuşturmaya karar verdim (elime mi yapışır?:)). "Kızım, bu oğlan sana hasta, bundan iyisini mi bulcan, bi dolu uğraşmış bak" filan dedim. İki gün sonra oğlandan "işlem tamam" şeklinde bir açıklama mesajı geldi, sevindim. Aradan yıllar geçti ve bir gün Haluk Levent'in yolu Pansiyon'dan geçti. Onun adına gerçekleştirdiğim bu zorlu görevi anlattım, beraber güldük. Genç aşıklar ya da Haluk bu olayı hatırlar mı, pek sanmam. Ben hatırlıyorum ve hala kendimle eğleniyorum. Olayımız bu. Yoktan hikaye yaratmak.

Benzer yıllar, aynı ajans, bu sefer anlaşılamayan bir telefon. Aynı sekreter X firmasının reklam filmiyle ilgili arayan ve kime aktaracağını bilemediği beyi, bendenize bağladı. X firması müşterimiz değil, bahsettiği işle alakamız yok, belli ki hatlar karışmış. Z Bey'in alakasız bir ajansı aradığını anladım ve niyeyse kendisine yardımcı olasım tuttu. Üşenmedim X firmasının pazarlamasında çalışmakta olan arkadaşımı arayıp Z Bey'in ulaşmaya çalıştığı ajansın hangisi olduğunu öğrendim, o bilgiyi de Z Bey’e sms attım (yine aynı mazeret; elime mi yapışır?:). Aradan 1-2 hafta geçti, beklenmedik bir telefon. Tamamen unuttuğum Z Bey, "Yarın yeni filmim Yazgı'nın galası var. Sizi davet etmek ve uğraştığınız için teşekkür etmek istedim" diyor. Ancak o an Z Bey'in Zeki Demirkubuz olduğunu anladım. O vakit davetine icabet edememiş olsam da, yazgımızda varsa:), bir gün nasılsa denk geliriz (biraz dürtmeden de zarar gelmez tabi:)) ve nazik 2 kelamdan ötesini ederiz diye düşünüyorum.

Diyeceğim şudur ki sevgili okurlar, hayat sıkıcı. Neşelenmek için, daha çok bahçeye çıkmalı ve oyun oynamalı.

06 Mayıs, 2011

1996 atlanta olimpiyatları, tarihimde altın bir sayfa

Yurt dışına ikinci çıkışım, bu sefer 1996 yazında, yine ABD’ye oldu. Babamı ‘İngilizcemi geliştiricem’ diyerek kandırmayı başardım; yanımda 500$, Georgia Tech’te okuyan arkadaşım Eda’da kalmak üzere düştüm Atlanta yollarına...

Bu macera ilkinden çok farklıydı; pasaport kontrolünden ilk kez tek başıma geçecek, havaalanlarında ilk kez tek başıma aktarmalar yapacak, ilk kez memleketin denizi dışında bir suya (bkn yukarıdaki fotoğraf; Florida, Meksika Körfezi) ayağımı sokacak, ilk kez arkadaşlarım ile North Carolina ormanlarında çadır kuracak (“Mayday, mayday. Kamyonetimiz batağa saplandı”. Selim’in kulakları çınlasın!), ilk kez bir Amerikan kasabasında otostop çekmek zorunda kalacak, ilk kez tek başıma Greyhound otobüsleri ile ülkeyi bir boydan bir boya geçecek (‘bekle Eylo, geliyorum’), ilk kez tanımadığım bir insanın evinde konaklayacak (CouchSurfing o vakitler yoktu belki ama öğrenci gezginin halinden anlayan Bostonlu Oben’ler vardı), ilk kez buram buram sıla hasreti çekecek (Atlanta, Buckhead’de Eda’yla az mı bağır çağır söyledik: ‘Zalliim, senin Allah’ın yok mu?’ Neden memleketin arabesk şarkıları memleket hasretine iyi gelir?) ve ilk kez Özlem’i masaya yatıracaktım. Kimdim ben? Sınırlarım, hayallerim, değerlerim, anlam yüklediklerim, olmazsa olmaz dediklerim neydi?

Hayatımın dönüm noktalarından biri olması dışında, o Amerika seyahati, ömrüm boyunca unutmayacağım bir deneyimi daha yaşamama vesile oldu: 1996 Atlanta Olimpiyatları!



Bu gözler Cep Herkülü Naim’in altın madalyayı silkmesini, koparmasını izledi. Bu kollar boynuna sarıldı. Bu dudaklar yanacıklarından öptü (Affetmem!:P).

Naim Süleymanoğlu, Halil Mutlu, Hamza Yerlikaya, Mahmut Demir... Atlanta Olimpiyatları’nda altın madalya kazanan sporcularımız oldular. Başarılarını; 2004 Olimpiyat Oyunları’na aday şehirlerden olan İstanbul’un lobicilik faaliyetlerini yürütmek üzere kurulan Türk Evi’nde düzenlenen bir resepsiyonla, -sporcular, ulusal/yabancı basın, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Bşk. Togay Bayatlı, diğer komite çalışanları, Türk vatandaşlar - hep birlikte kutladık. Tarihi bir olaya tanıklık ediyordum ben!

Dünya televizyonlarına röportajlar verdik (Tokyo’da yaşayan bir arkadaşım beni Japon kanalında izlemiş valla:)). Türk holigonu gibi göründüğümüz fotoğraflar Business Week Dergisi’nde, Hürriyet’te yayınlandı (Ay-yıldıza boyalı yüzümü gören BÜ’deki solcu arkadaşların bir kısmı, yurda döndüğümde beni faşist olmakla suçlamıştı. Çin’i mi desteklemem münasipti, hala anlamam:)).

Aynı resepsiyonda, dönemin Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı Juan Antonio Samaranch da davetlilerden biriydi. Dilim döndüğünce ve aklım yettiğince, neden 2004 Olimpiyatları’nın İstanbul’da düzenlenmesi gerektiğini anlattım. "Let's meet where the continents meet" filan dedim... Sonucu biliyoruz:) Memlekete borcum olsun! (Şu hayattan göçmeden gerçekleşmesini düşlediğim şeylerden biri, hala, Türkiye’nin bir olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapmasıdır. Böylesi bir olaya katkı sağlamam mümkün mü, elbette henüz hiç fikrim yok. Ama para kazanma derdim azaldığında, kendimi bu ülke için doğruluğuna inandığım projelere adamak istiyorum. Kısaca, hayallerim büyük:))

Her insanın hayatında rüzgarı arkasına aldığı dönemler vardır.

Naim kürsüde altın madalyasını gözlerimize bakıp öperken mi rüzgarı ardıma aldım?

Gidiş-dönüş toplam 48 saat süren Greyhound yolculuğundan sağ salim çıktığımda mı?

Au Bon Pain Cafe'de Harvard öğrencilerini masama davet edecek özgüveni bulduğumda mı?

Sokakta tanıştığım şairlerin davetiyle katıldığım şiir gecesinde, barı doldurmuş Amerikalılara ezberimden Türkçe şiirler okuduğumda mı?

1996 senesi... Amerika Birleşik Devletleri'nin Georgia, Florida, Güney ve Kuzey Carolina, New York, Massachusetts gibi eyaletlerinden geçtiğim 3 aylık bir macera...

Kesinlikle kişisel tarihimde kayda değer bir sayfa idi.

09 Mart, 2011

world travel channel

Turkiye'de artik seyahat/turizm temali yeni bir TV kanali var: World Travel Channel.

Sadece Turkiye degil, dunyada da bir ilk olan, ilginc bir yayin agi diyebiliriz WTC icin.

WTC'nin bir de blogu var. Hatta ben artik o blogun yazarlarindan biriyim!

"Yazar Hakkinda" bolumu icin kisa bir metin gondermem istendiginde kendimi nasil anlatayim bilemedim:) Sonunda su aciklama cikti elimden.

"Kim olduğumuz, geçmişte nerede olduğumuz ile ilgilidir."

Elazığ’da doğdu, 'dünyanın en bipolar şehri' İstanbul’da yaşadı, şimdilik beş kıtada 50 civarında ülkenin yüzlerce şehrinden geçti.

Almanlara göre cahil ve disiplinsiz, Ürdünlülere göre entelektüel ve tertiplidir. Ortalama yaşın 15 olduğu Yemen'de yaşlı, Japonya'da ileri evre bir genç olarak kabul edilebilir. Norveç standartlarında fakir, Ekvadorlulara göre zengin bir hayat sürer. İran'da şiir yazdıracak kadar güzel ve çekici, Ukrayna'da kısa, şişman ve çirkin bulunabilir. Türkiye'de ise; Boğaziçi Ün. mezunu, ajans sahibi, bekar ve çocuksuz, gezgin, Özlem-Pansiyon isimli blogun sahibesi olarak bahsedilebilir kendisinden, yer yer...

Çoğu dünyalı gibi, karşısındakinin algısı (ve önyargısı) kadardır Özlem Yücel. Olduklarından ve sandıklarından sıkıldıkça, kendi gerçeğini yaratmak için yeniden yollara düşer.

Bir medya sirketinin kurumsal blogunda yazmak benim icin de yeni bir deneyim olacaga benzer.

WTC'de yayinlanan ilk yazimi okumak isterseniz, basliga bi tik lutfen!!

Hayatınız film olsa, kimse izler miydi?

07 Mart, 2011

iste oyle bir sey

Patagonya'nin kucuk bir kasabasinin otobus gari. Otogarin tek yolcusu, aylar suren seyahati birkac hafta icinde bitecek olan gezgin kiz. Bavulu onunde acik.

Artik isime yaramayacak esyalari ayirmam, yukleri azaltmam lazim:( Ahh benim Ispanyolca kitabim, Ispanyolca ders notlarim... Sayenizde 5 ay bu kitada ac kalmadan yasadim. Altini cizdigim her satirin bir hikayesi, ogrenmeye calistigim her kelimenin bir hatirasi var. Ben sizi ne yapayim?

Bu yukler ki aslinda gezgin kizin en degerli anlarinin kaniti.

Arkada birakmali mi, birakmamali mi?

Bu soruyu tartarken kiz icinde; gara sirtcantali, karmakarisik sacli, sarisin bir genc geldi. Muhabbet aniden, dusunulmeden, kendiliginden basladi ve ilerledi.

"Heyy" diye seslendi kiz, Avrupali bir gezgin sandigi gence: "Ispanyolca kitaplarimi ve notlarimi ister misin?"

Karisik sacli oglan ve acik bavullu kiz, baktilar birbirlerine sessizce, 3-5 saniye. Oglan "ben Arjantinliyim, Ispanyolca biliyorum" dedi.

Gulduler birbirlerine.

Iki ayri yonden gelen, iki ayri yone giden, oncesi ve sonrasi olmayan, ortak kelimeleri pek az iki gezgindik. Ben diyeyim 30, siz diyin 40 dakika muhabbet ettik. Insan hayatinin yuzde kacina denk gelir bu dakikalar? Kac kelime sigar bir 30 dakikaya?

Oglan satranc turnuvalari icin 2 kez Istanbul'a gelmisti. Kiz oglanin memleketini otobusle boydan boya gecmisti. Tanistilar, sakalastilar, gulustuler, anlastilar.

Iki insanin anlasmasi icin ortak kac kelime bilmeleri gerekir? Kac kelimeden sonra ruh ruha, gonul gonule deger? Kac kelime ile duygusal bag kurulur, insan insani sever?

O otuz dakikada ruh ruha degdi, insan insani sevdi. Otobus saatleri gelince kirk yillik dost gibi sarilarak, birbirleri icin en iyiyi dileyerek vedalastilar. Hatiralari korumak icin cisme ihtiyaci olmadigini sezdi, yuklerini Patagonya'nin issiz otogarindaki banka birakti kiz.

O gun bugundur, ne zaman karmakarisik sari saclari yuzunu cevreleyen bir insana denk gelsem ya da satranctan bahsedilse yanimda ya da bag kurdugum esyalari terk etme kararsizligina dussem ya da issiz ve sessiz bir yerde iki kelam edesim gelse... illa ki -adini hic bilmedigim icin kendisine Lowell adini yakistirdigim- hayatimin bir 30 dakikasinda benim en iyi arkadasim olmus, uzaklardaki o guzel insan gelir aklima... Evrene bir selam gonderirim.

04 Nisan, 2010

özlem pansiyoncular:)

Seyahat bursu finalistleri, Facebook'ta Özlem Pansiyoncular isimli bir grup kurmuşlar; 'Pazar günü size çay içmeye geliyoruz' diye mesaj attılar.
Kim geliyor, kaçta geliyor emin değildim. Kapıma dayanan öncü kuvvet tarafından uyandırıldım, bir Pansiyon klasiği olarak, saç baş dağınık, dünya gezgini yıllanmış kırmızı polar pijamamla kapıyı açtım: Esra ve Gaye.
Çok vakit geçmedi aramıza Mersin'den Feyyaz, Ankara'dan Tuğba, Bursa'dan Dilan, İstanbul'dan Şeyda, Ümit ve Birge... Günün ilerleyen saatlerinde de Mustafa Özdemir, Mustafa Öztürk, Uğur ve Birge'nin arkadaşı İlker de katıldı.
Sanki hep tanışıyorduk. Dünkü akşam yemeği sohbetine sabah kaldığımız yerden devam ediyorduk sanki. Herkes o kadar içten, o kadar rahat, o kadar sempatik, o kadar güzeldi ki -aynı umduğum gibi -, Pansiyon uzun süredir hasret kaldığı neşe, sevgi ve enerjiyle doldu doldu taştı.

Gün boyunca neler mi oldu? Zaman zaman Feyyaz'la düşüncülerimiz ağrıdı, Ümit'le sevmelere doyamadık, Tuğba ile gezici festivali yarattık, Şeyda ile tarihe notlar düştük, Dilan ile tacizcilerimizi andık, Esra ile sucuklu menemen pişirip toplumsal rolümüzü sorguladık, Birge ile bir kelimedeki bin anlamı paylaştık, Gaye ile gözlemledik ve güldük, Mustafa Özdemir ile projelere doyduk, Uğur ile tiyatro:) üzerine konuştuk, Mustafa Öztürk ile geceden kaldık. Aramızda olamayan arkadaşların da kulaklarını çınlattık. Seyahatin en güzelini, insana doğru olanını bugün Pansiyon'da yaşadık. Şimdi eve sessizlik hakim. (Yine gelin! Özledim.)

27 Mart, 2010

(1974 - ? )

Beni yolun başına bıraksalar yeniden... Sanırım aynı girilmez yolları dener, aynı çıkmaz yollardan döner, aynı çukurlarda düşer ve ağlar, aynı yokuşlardan frenimi boşaltıp çağlar, aynı tümseklerde nefes nefese kalır, yol ayrımlarımda yine aynı seçimleri yapardım.

Doğum günümü geçirmek için, doğduğum ve hiç görmediğim şehre, Elazığ'a gidiyorum birazdan. Yolun kalanına yine oradan başlamak ilginç bir fikir gibi geldi.

Pansiyon size emanet!

24 Kasım, 2009

yolun yarısında doğru söz ne?

"İnsan gençken dünyayı, yaşlanınca gençliği düzeltmeye çalışır".

Istatistiklere uygun yaşarsam, hayatımın ortasındayım. Dünyayı düzeltemeyeceğimi (biraz) kabul ettim, gençliği düzeltme tribi de ufak ufak başlıyor sanırım. Çok fena. Üretken, iktidarlı, tehlikeli ve karamsar bir yaştayım. Hayatın ortasındayım.
Üretken; çünkü neyi, nasıl yapabileceğimi biliyorum. Hayatımı yönetirken -vaktiyle çok ter dökerek öğrendiklerim- bugün bayağı işe yarıyor. Yol yordam biliyorum, kolay uyguluyorum.

İktidarlı; çünkü bağımsızlığımın, özgürlüğümün, kimselere ihtiyaç duymazlığımın doruğundayım. Kafa maşallah zehir:) Yeterince deneyimli, yeterince bilgili, yeterince sosyal, yeterince özgüvenliyim.

Karamsar; çünkü dünyada keşfedilecek çok az şey kalmış olmasından korkuyorum. Gittiğim ülkeler, tanıdığım insanlar, akıp giden günler birbirine benzemeye başladı. Eskisi kadar çok öğrenemiyorum hayattan. Eskisi kadar eğlenemiyorum. Gelecek günler sıkıcı mı olacak yoksa? Gunlerin getirmeyebileceklerinden endise ediyorum.

Tehlikeli; çünkü dönemeçteyim. Güle oynaya emekleyerek, tırmalayarak çıktığım basamaklardan, çaktırmamaya çalışarak herkes gibi ben de ineceğim. Ektiklerimi biçeceğim, bugün umursamadıklarımın (mal-mülk, sağlık ve çocuk diyor arkadaşlarım) belki yokluğu yüzünden acı çekip, boyun bükeceğim.

7 Aralık'ta Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi öğrencilerine konuşma yapmak üzere Burdur'a gidiyorum.

Davet geldiğinde çok sevinmiştim. Biriktirdiklerim, kendine yeni bir kanal bulmuştu akmak için. Şimdi, ne söyleyeceğimi düşündüğüm ve seçmeye çalıştığım şu Sri Lanka gunlerinde, endişeliyim. Coşku ve gururun yerini sorumluluk endişesi aldı. Kimse benden 'hayatin anlami' konusmasi beklemiyor elbette. O yaslari bu soruyla cok mesgul gecirdigimden, sanki bugun genclere buna dair bir seyler soylemeliymis gibi hissediyorum:)

Sahi benim sözüm ne? İlham vermeye gidiyorum, dünyayı ve yolları anlatmaya. O büyük büyük sözleri üretenler nasıl karar veriyorlar hangi sözü söyleyeceklerine? Ben çok az kelimeyle, o gençlerde hem iz bırakacak ve hem de yanlış olmayacak sözleri nasıl üreteceğim?

10 Ağustos, 2009

geçmişe yolculuk

Memur bir anne babanın 2. çocuğu olarak Elazığ'da doğmuşum ben. Hanya ve Konya'ya o aralar hiç merakım yokmuş; anamın karnından çıkmamak için elimden geldiğince kasmışım. On gün gecikince doğumum, doktor 'bol bol yürüyün' demiş anneme. Öyle bir yürüyüş anında, "inecek varr!" diye tutturmuş, hastaneden daha yakın olan doktorun evine kadar ancak durmuşum. Beş dakika daha dayanamasam, dünyadaki ilk anımda asfalta düşüp kafayı gözü yarıyormuşum.

Akacak kan yerinde durmaz.

Henüz kırkım çıkmamışmış... Kundağa sarıp, çift kişilik yatağın ortasına koymuşlar beni. Zıplaya sürüne hareket etmeyi başarmış ve yere çakılmışım. Burnumu, o yatağın altında bırakmış ama kundakla paket yapılmaktan sonsuza dek kurtulmuşum. O yüzden burnum hafif yamuktur. Helali hoş olsun! Zincirleri kırmak adına akıttığım son kan, o kan değildir.

Kıskanmış Abla Pansiyon varlığımı... Dört yaşına varana dek yediğim dayak kanıma dokunmuş ki, direnişi geçmek için bir self-motivasyon sloganı uydurmuşum: 'Derbeler çömlükteeen!'.. Ne alaka diye sormayın, o sıralar yüz kelimeyle ancak konuşuyordum:) Yaşı ve boyu benim iki katım olan ablamın, ben karşı atağa geçtiğiminde kendini banyoya kilitlediği kareler silik de olsa gelir gözümün önüne, hala kıskıs gülerim.

Babam İÜ'de kadro bulunca, Elazığ'dan Kanlıca'ya taşındık. Bende oldu yaş, 3. Annemin öğretmenlik yaptığı Sedat Simavi İlkokulu'nun anasınıfında başlayan öğrencilik, sene 1980'de Avcılar'a taşınınca biz, bu sefer annemin sınıfında devam etti. Avcılar İlkokulu 1C sınıfında...
O yıllar Bakırköy'den batıdaki İstanbul kıyı semtlerinde yazları çadır kampları kurulur, kışları toplasan 5-10 bin kişi yaşardı. Yürüyerek 10 dakikada denize iner, on dakikada E5 yanındaki okulumuza çıkardık. Yokluğun ne olduğunu bilen, yaşam mücadelesi derdine düşmüş -işçi, memur, en iyi olasılıkla esnaf - ailelerin, çamurda top oynayarak büyüyen çocuklarıydık.
Lastik ayakkabılarla okula gittik; çünkü bayramdan bayrama alınan ayakkabılarımız Avcılar'ın dize kadar çamur toprak yollarında eskitilemeyecek kadar değerliydi hepimiz için. Dokuzuncu kattan atlayabildiğini bildiğimiz süper kahraman Bruce Lee'nin, filmini hiç izleyememiş hayranlarıydık. Kimse bizden çok şey bekleyemezdi. Çünkü kimse bize fazla şey vermemişti... Kelimelerden başka...
Nereden aklına geldi şimdi bu hikayeler diyorsanız, söyleyeyim. Mezun olduğumuz 1985 yılından sonra neredeyse çoğunu hiç görmediğim ilkokul arkadaşlarımla bugün Avcılar'da buluştum; Ali, Aslı, Ayşen, Ozan, Ömer, Rana ve Temel. Bazılarının eşleri ve çocukları da vardı. yanlarında. Kimimiz saçları bırakmış ardında, kimimiz çekingenliğini :)
Aslında bu buluşma fikri, Hüseyin'in facebook'tan yolladığı mesajla başladı: "Sevgili öğretmenimin yıllar önce bizlere anlattığı pilot öğrencisiyle ilgili anısını unutamadığımdan olsa gerek gerek, pilot oldum. Kalbime ilk uçma ve pilotluk aşkını düşüren öğretmenime selamlar".

Öğretmenimiz, annem, Fatma Işık Yücel... Ne güzel çocuklar yetiştirmiş!

Öğretmen çocukluğu zordur. Her öğretmen çocuğu biraz eksik, biraz kırıktır. Sizden çalınmış zamanın nereye gittiğini, niye gittiğini tam anlamaz çocuk kalbiniz. Sonra an gelir, yıllar geçer, o zamanın mahsulü çocuklar büyümüş olarak çıkar karşınıza; vaktiyle kelimeden başka şeyi olmayan, çamurlu yollardaki diğer kırık çocuklar... Bugün 'güzel anne babalara', 'hayatta kaybolmamış, üretken insanlar'a dönüşmüş olarak... Sevinirsiniz.
Bugün annem kadar benim için de özel bir gündü. Unuttuğum zamanlara, unuttuğum hayatlara, çocukluğumun geçtiği topraklara yolculuk ettim.

Kimse kelimeleri küçümsemesin.
Başka şeyin olmadığı topraklarda, kelimeler çok değerlidir!

07 Ekim, 2008

hayattayim !

Sevgili Okur,

Uzun aradan sonra merhaba! Onca seyahatten sonra gezmekten sıkıldım sanilmasin. Isimin izin verdigi olcude, kisa vur-kac seyahatler ile oyalanmaya calisiyorum.

Nisan’da daha once hic gitmedigim Cunda Adasi’na gittim mesela. Haftasonu kacamagi idi ama yollarda yasanan gariplikler, sahane yol arkadaslarim ve Cunda’nin beklenmedik gece hayati (!) ile bayagi bir muhabbet konusu cikti bana.

Mayis’ta kardesin mezuniyeti bahanesiyle Pansiyongiller olarak cekirdek aile ABD’ye gittik sonra. O da Binghamton, Fort Lauderdale ve NYC’yi kapsayan -9 gunde 3 sehir- cok akil kari olmayan cilgin bir seyahatti. Tatilin onlarca saati yolda, havada ve alisveris merkezlerinde gecti. Bir gunu de mezuniyet toreninde. Kardesin aslinda mezun olamadigi ilerleyen gunlerde belli oldu. Onlarca saatlik ucak ve araba yolculugundan sonra Binghamton’daki ilk gecem, sapti kardes otel ayarlayamadigi icin yurt odasındaki yer yataginda gecti. Bol yildizli otellerden hostel dormlarina, helikopterlerden esek-deve gibi hayvanlarla ulaşıma genis bir yelpazede seyreden seyahat kosullarima, o gece bir de ‘yurtta, sisme yer yataginda uyumak’ eklendi. Meselenin komik yani sabah kalktigimda popo kasimin tutulmus olmasiydi. Doktor olan Abla Pansiyon'un kas gevseticileri sagolsun, 2 saat sonra 'katlı durmak' disinda bir pozisyonda da yasama devam edebilir hale gelmistim! Seyahatin diger hatirda kalir bolumu NYC’de universite arkadaslarimla yasadigim harika reunion oldu. Iki gece 1 gunluk NewYork bulusmasi her zamanki gibi yillarca konusulacak anilar doğurdu.

Haziran sonuydi galiba, Kirkpinar Guresleri icin Onur ile haftasonu Edirne’ye gittik. Kesinlikle cok eglenceliydi! Bana bir tarafiyla gulenlere ben de bilmukabele ediyorum. Dunyada 3-5 ulke gezdikten sonra fark edecekleri uzere mahalli renkler gunden gune soluyor. Ulkeler, sehirler ve hatta insanlar giderek birbirine benziyor. Kırkpınar'lar bizim kesinlikle sahip çıkmamız gereken renkler...

Temmuz basiydi, Aysil ile kafamizi dinlemek ve birazcik da dogaya yakin olmak uzere Bati Karadeniz’e dogru yola ciktik. Bir uyur bir uyanik Zeki Muren, Sezen Aksu sarkilari esliginde yolculuk ettik. Kefken, Kerpe, sonunda da Agva. Dingin, huzurlu, derin mevzulara girdigimiz guzel bir haftasonuydu.

Tum Turkiye ve arkadaslarin cogu Cesme’ye aktigindan Temmuz sonu 5 gunumu Cesme’de gecirdim ben de. Bunca insan yaniliyor olmamaliydi. Biraz da deniz, gunes, kokos plajlar koydum tatil sepetime.

Agustos is icin Antalya, Eylul Bitez’de kankalarla reunion derken yaz bitti bile. Bodrum anilarini asagiya ayrica ekledim.

Bayram tatili ve Berlin’de yapilacak bir kongre vesile oldu. Gecen haftayi Polonya’da gecirdim. Yine tamamen uykusuz, yine ziyadesiyle yorgun, yine kervan yolda duzulur mantiginda onumdeki gunlerde ne yapacagim tamamen belirsiz olarak yollara dustum. Polonya hakkinda pek bir sey bilmedigim, gitmek icin de ozel bir duygu beslemedigim bir ulkeydi. Ayip etmisim. Her gezginin mutlaka ilgisini cekecek bir seyler bulunur Polonya’da. Ozellikle Auschwitz Ölüm Kampı çok etkileyiciydi.

Arkası yarın! Sevgiyle kalın :)

06 Ocak, 2008

pansiyon aşıkları

Pansiyon fabrika gibi aşık üretiyor. Cuma gecesi kına gecesi de gördü. Yakında Telli Mama olarak adım çıkacak:)

Pansiyon'a taşınmak bir dönemin başlangıcıydı benim için. Sanıyorum çevremdeki insanları da en az beni olduğu kadar etkiledi. Önce Y'li dönemini yaşadı Pansiyon. Cuma akşamdan bohçasını alır gelirdi Y. Sabahlara kadar alemlediğimiz son gençlik çırpınışları... Pazar gece dönerdi evine. Boşluğu kalırdı. Bencildi, şımarıktı, "bana hep bana" idi, renkliydi. Çok dostum oldu ama hiç kimseyi Y'yi sevdiğim gibi bir sempati ile sevmedim. Y dönemi kocaya kaçmasıyla bitti. Kalbim kırık kendimi yollara vurdum. Onsuz bir hayat yeterince eğlenceli değildi.

Sonra A. dönemi başladı Pansiyon'un. Başta sadece ortak arkadaşları olan ve birbirini çok az tanıyan insanlar idik. Yurtdışında yaşamasına rağmen bir ayağı sürekli Pansiyon'da olan A. ile dostluk, bu ziyaretler sırasında gelişti. Ben neysem o tam zıddı gibi duruyordu. Ben uçarı, onun ayakları düz taban kadar yerle temasta. Ben çaktırmayan bir romantik, o kimliği tamamiyle ortada gerçek bir pragmatik. Ben ultra dokunmatik, o ihtiyaç anında kafaya maksimum 'pat pat'. Ben oryantalist, o bayağı Amerikalı. Ben rüzgarını bekleyen yelkenli, o motorlu gemi (Gittiği yere kendiyle onlarca kişiyi de sürüklemiş). Ben 'bir ağaç gibi tek ve hür', o 'bir orman gibi kardeşçesine'... Çabamız ortaktı ama. Hayata tutunma mücadelemiz, dert edindiklerimiz, vefamız ve sevgimiz...

Damla damla sızdı, santim santim yer etti hayatımda. Sabırla. Kapıdan kovaladım, "Biliyorum. sen de istiyorsun" diyerek bacadan girdi. İstiyordum gerçekten. Nereden bildi? Hayatta hiç kimsenin göstermediği emeği harcadı bana. Analiz felci kişiliği ile beni tanımaya, anlamaya çalıştı, bulduğu şeyi sevdi ve sahiplendi. Kimsenin şımartmadığı kadar şımarttı beni.

Dostluklarda sevgi kadar rekabet de oluyor maalesef. Bu rekabet duygusu bizi farketmeden yarışlara sokuyor, bazen kıskançlık doğuruyor. Bizimkisi rekabetsiz, kıskançlığın olmadığı bir dostluk. Çok güçlü bir kadın o. Yine de ona bakınca için şefkat doluyor. Bugün sahip olduğu mutluluğu alın teriyle, sabırla, yetenekleriyle, zekasıyla, fazlasıyla hak ederek elde ettiğini bilecek kadar tanıdım onu. Kendisi için istediği her güzel şeyi benim için de samimiyetle dilediğine inanacak kadar güvendim.

İsteyerek becermesem de bir şekil vesile olduğum A-B ilişkisi, dün gece düğün dernek resmiyet kazandı. Ben de şahitlik ettim bu sevgiye ve birbirlerine iyi/kötü gün için verdikleri söze. Bir Pansiyon çifti daha evliliğe adım atmış oldu. A'ya göre "double income olur, ev alınır, çoluk çocuk yapılır, evlilik iyi bi şey". Böyle bakınca evlilik fena bir fikre benzemiyor gerçekten:) Çok dostum oldu benim. Ama A. ile yaşadığım şey tam onun tarzı, 'kardeşçe'. Geçmişimiz uzun değil ama geleceğimizin olmasına kararım kesin. Özlem'siz bir evlilik hayatını aklınızdan bile geçirmeyin:)

Gelelim Damat Bey'e. Uzun zaman B'nin nerede olduğunu merak edenlere sonunda zevkle gerçeği açıklıyorum. B. artık dünyaevinde!:) Kendisini tanıdığımda dünya seyahati yapan, paraşütle filan atlayan seksi bir gezgin gibi görünüyordu. Türkiye'ye döner dönmez yakasına yapıştım. Pansiyon'dan geçmeyen dünyanın kaç bucak olduğunu anlamaz dedim. Hakikaten gidilesi bucakları burada tamamladı:) Sandığımız şey (genç kızların sevgilisi, özgür ruh, vahşi cazibe!) olmadığı tez zamanda ortaya çıktı. Evcimen, hafif şapşi, mülayim bi çocuk. Ama dünya tatlısı. Bu kadar mı huzur verir bir insan, bu kadar mı kavgasız, barışık, yumuşak, sevilesi olur? Önce ben tanımış gibi görünsem de bakmayın, B'yi bana kazandıran kişidir A. Yoksa o çoktan benim keskin dilimden topuklayıp kaçar, ben onu çoktan 'sıkıcı'lar sınıfına koyup uzardım. Bazı ilişkilerin zamana ihtiyacı var. Bizim zamanımız A. sayesinde Pansiyon'da tamamlandı. Benim için çok önemli bir dostum daha oldu.

Pansiyon aşıklarıyız biz. Mutlu bir aileyiz. Ağaç gibi hür, orman gibi kardeşiz.
Bu ailede kim kime daha çok aşık belirsiz:)

12 Aralık, 2006

varan 3: pansiyon istanbul'da

Gozumun nuru Istanbul, gozumun nuru Pansiyon, gozumun nuru dostlarim...

Arkadaslarim is-guc dememis gelmis P.tesi alana beni karsilamaya. Hizli tarafindan bir aile ziyareti, sonra Haf. tarafindan toplanip Pansiyon'a transfer. Dostlarin biri gidiyor, biri geliyor. Gece sabaha kadar muhabbet. Oglen Onur dayandi kapiya, ittir kaktir uyandirildim. Omlet yapti, gitti. Gun boyu kabul surdu. Aksam icli kofte, yogurtlu beyti, parmak lahmacun:)

Konusmaktan sesim kisik, tam olarak mutlululuk maymunu oldum. Haftasonu kisa bir tatil yaptim geldim sanki. Yok yok. Hic gitmemis gibiyim. Billahi hatirlamiyorum bi sey! Gelmeyin dedim ustume.

Nasil biraktim gittim?
Su dakika ona inanamiyorum ben!

22 Haziran, 2006

arkadaşımın arkadaşı benim de arkadaşım mıdır?

Ben yalnızlıktan hiç haz etmem, bilirsiniz. İnsan yoksa ben şişerim.

Yollarda depresyona girip;

- her gün 10 sayfa yazı yazmamı,
- kendimi içkiye vurmamı,
- yalnızlıktan ilk gördüğüm adama aşık olup kalmamı,
- paralarım yüzünden bana iyi davrananlar tarafından söğüşlenmemi,
- sonunda Barış gibi filozof olmamı,
- kısa tarafından turu bitirip dönmemi

istemiyorsanız...

Orta ve Güney Amerika'daki arkadaşlarınızın benim de arkadaşım olma vakti gelmiş demektir!

"ozlem-pansiyon@hotmail.com"

Yeni adresim, mesajlarınızı bekliyor:)

16 Haziran, 2006

görücüye çıktım

Pansiyona bir geldim; benim gariban blog tarihi bir rating yapmış. Herhalde geleni gideni ölçen alet bozuldu derken... sebep anlaşıldı. Barış sitesinden bana link koymuş. Barış, inanılmaz birisin sen:)

Üstümde bi mahcubiyet!..

Hani olur ya bazen (belki sadece benim gibi pasaklıların başına geliyordur); ayakkabıyı tam çıkarırken farkedersiniz, çorap delikmiş. Yanaklar önce al, sonra mor...

Ya da ne biliim tuvalete girersiniz de, tuvalet tıkanır. 3 saat kadar çıkamazsınız içerden; kova filan ararsınız (oha yani, bu da mı sadece benim başıma geldi?). O sıra dışardakilerin aklından geçebilecekleri düşünüp his yaparsınız. Böylesi acı deneyimler beni sosyal kabız yapmıştır mesela.

Böyle bir moda girdim. Yakın arkadaşlara fütursuzca yazdığım blog görücüye çıkmış oldu (ya beni sevmezlerse?).

Bu baskı ortamında, birkaç gün saçmalamam kaçınılmaz (Sanki hiç saçmalamıyordum!)


Ve bugün başardıklarım:
- Sonunda sarı humma aşısı (Hudutlar ve Sahiller Umum Md/ Tel: 212.293 36 74/ 30,00 YTL)
- Menenjit aşısı (Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Sağlık Denetleme Md/ Ücretsiz / Tel: 212. 465 54 63- Dikkat: Sadece P.tesi ve Cuma günleri, o gün aşı açıldı ise, yapılıyor. Gitmeden aramak lazım.)
- Gözlük operasyonu


Aşılarım da tam artık. Beğenmeyen taş olur!

15 Haziran, 2006

utanç tablosu

Ve şimdi de Pansiyon toplanıyor...

Utanç tablosu! Tam 45 çift ayakkabım varmış. Hayatımın muhtemelen en önemli döneminden işte elde kalanlar! Bakın ve feyz alın arkadaşlar. Günde 8 diyorlar, külliyen yalan, bilmem kaç saati işte bunlara sahip olmak için harcıyoruz.

Bu sefer son! Yol için de bi bot, bi sandalet alayım, tamam:) Bundan sonraki 5 yıl, ayakkabı aldığımı gören olursa, vursun beni! Vallahi bitti.

07 Haziran, 2006

koşulsuz sevgi

Ardımda çok sevdiğim insanları bırakacağım. Ondan mı hüzünler içindeyim? Ondan mı gurbette gibiyim günlerdir. Bugün yıllardır kendime saklayarak sevdiğim çok özel bir insandan bahsedesim var.

Lise 1’in yazında iki arkadaşım ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın Karacaeli’ndeki gençlik kampına gittim. Alerjim olduğu için her hafta 2 ayrı aşı olmam gerekiyor o yıllarda. Haliyle yanımda aşılar da var. Kampa girer girmez telaşla, yolda buzları eriyen aşılarım için buzdolabı arayışına giriştim. Kara mı kara, kel mi kel, huzurlu mu huzurlu bir adam geldi yanıma; önce sakinleştirdi beni, sonra birlikte gidip mutfak dolabına aşılarımı koyduk.

Ertesi gün fena hastalandım. Herkes denizde yüzerken ben odada aksıra öksüre yatıyorum. O kara adam elinde “çatı” ile çıka geldi. (Çatı, kampın çok yakınındaki bir pastanenin spesiyali idi). Dakikalarca benimle ilgilendi, sohbet etti, yalnız bırakmadı odada. Sonraki günlerde kara adam nerede, ben orada. Sabahları kara adam önderliğinde müzik dersleri alıyoruz, Yeni Türkü’nün tüm şarkılarını o kampta ezberledim. Öğlenleri kara adam yüzme çalıştırıyor, yüzüyoruz. Kampın son gecesi yapılan geleneksel gösteri gecesinde solo şarkı söyleyecekler listesine seçildiğim için, öğleden sonraları kara adam gitar çalıyor, ben söylüyorum, birlikte çalışıyoruz. Her akşam kara adama baskı yapıyorum tüm şımarıklığım ile. Hiç kırmıyor, kızlardan topladığım paralar cepte, birlikte tüm kampa çatı ya da köfte ekmek almaya gidiyoruz (hoca gözetimi olmadan kamptan çıkmak yasaktı). Yol boyu konuşuyoruz. O kara adam Orhan amcam oldu sonra. Ben de onun can kızı.

Ergenlik buhranları içinde sevgiye hasret biriydim. Orhan amcam karda çıkan güneş, çöle düşen yağmur. Bu yalnızlık yüzyılında soyu tükenmiş bir canlı. Onu sevmemek inanın mümkün değildi. Ne benim için, ne onu tanıyacak herhangi bir insanevladı için. Binlerce insan tanıdım şu yaşıma dek. Onun kadar iyi bir insan ile henüz karşılaşmadım.

Tüm lise boyunca sürdü kampçılık. Orhan amca nerede, ben orada yine. 17 yıldır tanıyorum onu. Beraber geçirdiğimiz gün sayısı kamplarda 30, yıllar içindeki İstanbul gezilerini de katalım hadi, 40’ı geçmez. Ama ben en çok mektubu ona yazdım, en çok mektubu Orhan amcamdan aldım. “Göz yaşı kirpiğinde küçüğüm” yazardı Orhan amcam bana. “Can kızım”, “can küçüğüm” diye severdi beni. Benim gençlik kahramanım Orhan amcamdı. Ona güzel mektuplar yazabilmek için her gün bir kitap okurdum. Onun sevgisini haketmek için daha iyi bir insan olmaya çalışırdım.

Kimse koşulsuz sevmedi beni. Bir tek Orhan amcam.
İşin güzeli, sadece beni böyle sevmedi, tüm insanlığı böyle sevdi o. Olabileceği binlerce şey varken, fakir bir Anadolu kasabasında öğretmen olmayı seçti. Tanıdığı her çocuğu, hiç üşenmeden, hiç söylenmeden, hiç ama hiç “hayır” demeden, dünya daha güzel bir yer olsun diye aynı coşku ile kolladı, korudu, bağrına bastı.

Orhan amcam bypass ameliyatı geçirmiş (Kimselere söylemeden... Çocukları bile 3 gün sonra öğrenmiş. Üzülmesinler, endişe etmesinler diye).

Onsuz bir dünyayı düşünmek istemiyorum!